A.
ABACUS : Antik Roma’da triclinium denilen yemek odalarının duvarlarını
kaplamak için kullanılan mermer levhalara Romalılarca verilen isim.
ABAKUS : Antik sütun başlığında dörtgen bir levha, üst yapıyı
taşıyan bir elemandır. Yuvarlaklıktan düzlüğe geçişi sağlar. Başlangıçta kalın
olan abakus, sütunların incelenmesiyle yassı bir levha halini almıştır. Yunan
ve Roma mimarilerinde abakuslar basık ve oturaklıdır.korinth ve komopozit
başlıklarda abakusların kenarları iç bükey ve köşeleri pahlıdır. Aiol
başlıklarda abakus yoktur. İon düzeninde de
abakuslar süslüdürler (genellikle yumurta – ok silmesiyle).
ADYTON : Antik tapınakta cellanın içinde, arkada kült heykelinin
bulunduğu karanlık, kutsal bölüm. Cella ile adyton arkasında yapı yoktur.
AGORA : Antik Yunan şehirlerinde ticari, resmi,adli ve dini
fonksiyonları olan açık alan. Pazar yeri. Et, balık ve başka maddeler de
agorada satılırdı. Roma’da aynı işlevi forum görmektedir. Yapıların önünde ve
alandan geçip giden sokakların kenarları boyunca yer alan tanrı ve
tanrıçaların, milli kahramanların heykelleri agorayı süslemekteydi.Agorayı
koruyan tanrıların tapınak ve sunakları agoranın ortasında bulunmaktaydı.
Genelde kentte aşağı ve yukarı agora olmak üzere iki agora bulunuyordu. Agora
stoalarla, tapınaklar egemendi. Salt bezemesel nitelikte olmayan, bir yada
birkaç çeşme çoğu kez önemli bir öğeydi ve kullanmaya uygun biçimde
tasarlanarak yapılmıştı. Izgara plânlı
şehirlerin yapılmaya başlanmasının
sonucunda İonia tipi agoralar ortaya çıktı. Bunlar dikdörtgen biçimli yapılır, üç tarafı stoalarla
çevrili ve bir kenan ana caddeye
açıktır. Bu caddenin de gerisinde dördüncü bir stoa yer alır. Aynı zamanda şehrin bütün yolları agoraya çıkmaktadır. Bu tip büyük agoralara önce Batı
Anadolu'da Mi-letos, Priene,
Pergamon, Assos ve daha birçok Yunan kentlerinde rastlanır. M.Ö. 2. yy'a ait üç tarafı portiklerle çevrilen
agoraların depo ve dükkânları da vardır. Dükkânların bir sıra sütun dizisi ile çevrili ve üstü kapalı olan
ön tarafında gezinilecek yollar ve
halkın oturacağı sıralar bulunur. Orta alanda ise satıcıların portatif
tezgâhları yer alır. Agoralar için "İonia tipi" sözcüğü ilk defa Pausanias tarafından kullanılmıştır. Bu tip agoralar şehir içinde geometrik merkez
durumundadır. İon agorasının klâsik
bir Hellen yapısı olduğu söylenebilir.
Gerçek Hellen agorası bir iç alan, bir çekirdekti ve şehrin dokusuyla sıkıca kaynaşmıştı.
AĞIRŞAK : Yün ve İplik eğirmeye yarayan iğin dengeli olarak dönmesi
için, alt ucuna takılan ortası delik, pişmiş toprak, tahta, maden veya kemikten
yapılmış tekerlek biçiminde ağırlık.
AİOL BAŞLIĞI : Yunan mimarlığının arkaik döneminde
Aiolia bölgesinde
(Larisa ve Neandria) görülen, yaprak dizili, bir kaide üzerinde dikine duran iki iri
volüt ve bunların arasını dolduran gösterişli
bir palmetten meydana gelen sütun başlığı. Bu başlıkta abaküs yoktur. Palmetin
üstü abaküs gibi taşıyıcı kısmı teşkil
eder. Aiol başlığı ilkel volüt biçimi ile ton sütun başlığının proto
tipini oluşturur. Aiol başlığı da İon başlığı
gibi iki cephelidir. İon başlığında volütler torusu kapatır biçimde,
Aiol başlığında torusun tam üstündedir.
AKANTHUS Kenger. Yaban enginarı yaprağı
biçiminde bir bezeme motifi. Özellikle
Korinth sütun başlıklarında görülür. Korinth
Düzenindeki sütun başlıklarının en belirgin süsü olan akanthus M.Ö. 5.
yy sonuna doğru, mimar Kallimakhos tarafından
kullanıldı. Bir efsaneye göre Kallimakhos'un bir çocuğun mezarına bırakılmış
oyuncak sepetini saran bu yapraklardan
ilham alarak Korinth sütun başlığım meydana getirdiği sanılmaktadır. Romalılar bu yaprağa daha
karışık bir bi-;:m vermişlerdir. Yaprağın bütün uç taraflarını
yuvarlatarak ıc her dilimini üç kısma
ayırarak onu daha çok bir asma yada defne yaprağına benzetmişlerdir.
AKROPOL YA
DA AKROPOLlS :Yukarı
şehir. Antik Yunan da
şehrin en yüksek ve müdafaaya en elverişli yerine kurulan iç kale. Genellikle oldukça sarp bir
tepe üzerinde inşa edilmiştir.
Erken dönemlerde içinde önemli yapı ve tapınaklar yer alırdı. M.Ö. 5. yy'da hemen tümüyle
tapınaklara ayrılarak bir kutsal
kesim halini almıştır. Akropolisin önemi zamanla azalmıştır.
AKROTER
: Bir antik alınlığın
tepesine ve iki köşesine yerleştirilen süsler. Akroterler, tapmak görünüşünü taklit eden bütün mimarlık yapılarında ve lâhitlerde
görülür. Kullanımlarındaki
amaç, alınlığın sert geometrik havasını yumuşatmak ve cephe estetiğini zenginleştirmektir.
Akroterin klâsik ölçüsü alınlık yüksekliğinin yarısına eşit yüksekliktir. Akroter olarak genellikle
stilize edilmiş bitki ve ışık motifleri kullanılır. Klâsik ve Hellenistik
devirlerde akroter olarak bitki motifinin yanında tanrı, tanrıça ve mitolojik heykeller de
görülmektedir; nadir
olarak da aslan gibi motifler görülür. Akroterler pişmiş toprak ve mermerden yapılırlardı.
Köşe akroterleri ön ve yan olmak
üzere iki cephelidir.
ALABASTRON
: Antikitede
palaestrada ve kadınların evlerde kullandığı dar boyunlu, uzun, kulpsuz veya kulaklıklı, küresel yada
sivri dipli küçük koku şişesi. Başlangıçta albatrdan yapılırdı; camdan, pişmiş topraktan
ve madenden olanları da vardır.
ALÇAK
KABARTMA : Yüzeyden
çok az çıkıntı yapan kabartma türü. Yunanlılar metoplar, frizler, sütun kaideleri için kullanmışlardır, (Parthenon'un frizleri
gibi). Romalıların anıtlarında
ise alçak kabartma çok sık kullanılmıştır, (Traian sütunu gibi).
ALINLIK : Antik Yunan ve Roma yapılarının ön
ve arka cephelerinde çatının üçgen şeklindeki kısmı.
Fronton da denir. Grekçe
aetos. Lâtince Fastigium. Alınlığı kalkan ile karıştırmama-Kalkan iki tarafı eğimli çatının ön
ve arka cephelerde meydana getirdiği üçgen şeklindeki kısımları örten duvarlara denir. Alınlıkların çeşitli şekilleri olur ve bu
şekillere göre isimler alırlar
(kesik alınlık, basık alınlık gibi). Yunan ve Roma mimarilerinde alınlık üçgen şeklinde olup
saçaklığın üzerine oturur. Yunan
heykelciliği bu alınlıkların çerçevesinde gelişmiş, bu yüzden de bir takım katı zorunluluklara uymuştur, (alınlık kenarları eğik olduğu için kompozisyonun
piramit biçiminde tasarlanması, orta
eksene ayakta duran bir tamının yerleştirilmesi gibi). Köşelere en iyi uyan
ölü ve yaralı figürleridir. Roma
alınlıkları Yunan alınlıklarından daha yüksektir. Bunlarda yüksekliğin
genişliğe oranı örneğin Pantheon'da 1/5'dir.
Bu şekildeki bir üçgenin içini kabartma tasvirlerle doldurmak daha kolay olmasına rağmen Roma
yapılarının alınlıklarında Yunan
alınlıklarındaki gibi tasvirler pek görülmez.
ALTAR : Üzerinde kurban kesilen ve tanrıya sunu yapılan masaya benzer, yüksekçe olan, genellikle
taştan ve yuvarlak veya dörtgen
şekilde yapılan, kurban kanlarının akmasına mahsus bir deliği olan mimari öğe. Antikitede genellikle
temenosun içinde
tapınakta yada yakınında (genellikle tapınakların doğusunda yapılırdı), tiyatro
yapılarında orkestrada, agorada, evlerde, (Roma'da önceleri atriumda) yer alırdı. Klâsik dönem aharları gösterişli biçimlere
sahiptiler. Hellenistik Çağ akarları süslü ve anıtsal yapı olarak görülür (Bergama'daki Zeus altarı, Priene'deki Athena altarı
gibi). Roma aharları da yuvarlak
ve köşeli olarak görülürler. Etrüsk geleneği olan yuvarlaklar en eskileridir.
Köşeliler daha çoktur, fakat tipleri değişir. Bunlar genellikle genişçe bir kaide üstüne oturtulmuşlardır; üst
taraflarında da kurbanın kanı için tekne gibi bir oyuk ve kanların akmasına
mahsus bir delik vardır. Roma’da ve vilayetlerinde büyük atlarlarda da yapılmıştır.
AMPHÎTHEATR
: Antik Roma'da
gladyatör gösterilerinin, vahşi hayvan mücadelelerinin ve müsait olanlarda
naumakhia oyunlarının
yapıldığı, daire yada oval plânlı etrafı basamaklı oturma alanı ile çevrili yapı.
Amphitheatrların ilk örnekleri Etrüskler tarafından yapılmıştır. Yunanistan'da
bu yapının bulunduğu tek şehir Korinth idi. Amphitheatrların en ünlüsü Roma'daki Colosseum'dur. Amphitheatrlar başlıca üç kısımdır:
Kademeler, arena ve kulisler. Kademeler ufkî olarak bölümlere ayrılmıştır. Seyircilerin kolaylıkla girmeleri ve çıkmaları için gereken yerlere yeterli sayıda kapı
yapılmıştır ki bunlara vomiforia denir. Kademeler arenanın seviyesine kadar inmezler. Arenanın çevresinde 4-5 m yüksekliğinde vahşi hayvanların
seyircilere hücum etmesine mani olmak için yapılmış podium denilen duvar bulunmaktadır. Podiumun hemen üstünde yüksek görevlilere ayrılan kısım ve
localar bulunmaktaydı. Sonraki
kademeler ise halka mahsustu. Kademelerin en üst sırasından sonra bir
galeri gelmekteydi. Halkı güneşten korumak
için gerilen büyük tentelerin iplerinin bağlandığı direkler buraya
dikilirdi. Arena denilen kısım gösterilere mahsustur. Zemini kum döşelidir.
Arenaya açılan iki esas kapıdan biri gladyatörlerin girişi, diğeri ölülerin
çıkışı için kullanılır. Pompei'deki
amphitheatrda olduğu gibi geçici bir döşeme ile zemin seviyesi
yükseltilir ve naumakhia gösterileri de yapılırdı.
Kulisler gösterilere çıkan insan
ve hayvanların bulunduğu kısımlardır. Bazen arenanın altına, bazen de kademelerin altına yapılmışlardır.
Genellikle arenanın zemini altına inşa olunan bu kısımlar, mahzen ve dehlizlerden
ibaret olup, burada vahşi hayvanların kafesleri ve gladyatörlerin odaları bulunurdu. Zemin seviyesindeki kapaklar
açılarak buradan hayvanlar arenaya salınırlardı. Kulis kısımlarında bir de mücadelede ölenler için cenaze odası vardı.
AMPHORA : 1. iki
kulplu, dibi çoğunlukla sivri olan veya bir
ayakla biten, şarap, zeytinyağı gibi sıvıları ve katı maddeleri korumak ve taşımak için kullanılan antik kap.
Amphoraların çok çeşitli formları
dikkat çekmektedir: Boyundan kulplu,
omuzdan kulplu, karından kulplu, üstten kulplu, boyunlu, boyunsuz, kesik
dipli, delikli amphoralar gibi; Kartaca, Rodos, Sakız adası amphoraları gibi; Panathenaia amphoraları (bkz. Panathenaia Amphoraları) gibi.
M.Ö. 8. yy'dan itibaren Akdeniz'de
Fenike, Etrüsk ve Yunan amphoraları birlikte görülürler. Yunan amphoralarının uzun boyunları, boyundan omuza
bağlanan düşey kulpları; Fenike amphoralarının gövde üzerinde kulak biçiminde
küçük kulpları bulunur. Etrüsk amphoralarının kulpları omuz üzerindedir. Belli
bir yörenin ya da şehrin tipi olsalar da zaman
içinde form değiştiren
amphoralar için kesin genel çizgiler çizebilmek için ayrıntılı inceleme gerekmektedir. Genelde
amphoralar M.Ö. 6., 7. yy'larda geniş
omuzlu, hantal gövdeli; zamanla gövde daralmış,
boylar uzamış. Roma devri çok çeşitli, fakat genelde ağız geniş, boyunlar
kısadır. Bizans amphoraları, yine genelde
kısa boyunlu, yuvarlak gövdeli, dipleri sivri değildir. Amphora Herodotos'da 19,44 /'ye karşı gelen
bir hacim ölçüsü olarak geçer. Roma'da amphora sözcüğü bir sıvı ölçü birimi olan quadrantal (28 litre) ile aynı anlamda kullanılıyordu.
AMPHORlSKOS : Özellikle antikitede çok kullanılan, dibi sivri, düğme, topuz yada kozalak gibi
olan iki kulplu küçük amphora tipinde kap türü. Attika kökenli amphoriskoslarda
ayırıcı özellik olarak kulpların
ağız ile birleşimi gösterilebilir. İç Karia amphoriskoslarında kulplar omuzdan çıkar ve ağız altında boyunla birleşir. Genel biçim
olarak iç Karia amphoriskosları
geniş ağızlı, hafif dışa taşkın dudaklıdırlar.
ANALEMMA : Antik tiyatronun cavea (theatron)
kısmını iki yandan
sınırlayan düzgün örülmüş kanat duvarları. Bu duvarların biçimleri de bazı değişiklikler
gösterirler. Bazen dikey olarak
caveayı sınırlarlar.
ANDEZİT : Volkanik kayaçlardandır. Koyu renkli minerallere sahiptir. Zeytuni yeşil zemin üstüne
siyah ve pembemsi sarı olarak
görülürler, içindeki iri kristaller andezindir. Bazı andezitlerde hamur kısmen camsı olur.
Tümü camsı malzemeden oluşmuş
andezitlerde vardır.
ANTE : Antik Yunan tapınak mimarisinde yan
duvarların ileri doğru uzanan ve pilastr yapan ucu. Bir adı da parastas.
Anteler Dor düzeninde kaidesiz olarak yerleşirler, fakat profil ihtiva eden silme yer alır. Antelerin
sütunlardan farkı başlıklarıdır.
ANTEFİKS : Antik yapılarda çatıdaki kiremitlerin
bitim noktalarını örten,
saçak boyunca ve çörtenler arasında uzanan mermer veya pişmiş topraktan yapılmış süslere verilen ad.
Saçak uçlarına
yerleştirilen antefikslerden kimi zaman çörten olarak da yararlanılırdı. Bazen de suyu
akıtmayacak biçimde yalancı
çörten olabilirlerdi. Antefikslerde en çok palmet motifi görülür. Antefikslerin bir başka türü
de iç ve dış frizlerin süslenmesinde kullanılan küçük alçak kabartmalardır.
ANTEMİON : Antik Yunan ve Roma mimarisinde mermer
antefikslerde veya
silmelerde görülen lotüs ve palmet dizisinden oluşan hanımelini
andırır oymalı bir çeşit bezeme.
APSİD : Bir tapınak mekânı içinde doğrultu belirleyen, yarım
daire plânlı ve mihrabı
içeren bölüm. Apsidin kökeni Roma bankalarındaki apsidalara dayanmaktadır.
AQUADAKT
: Antik Roma'da geliştirilen ve çok kullanılan uzak mesafelerden su getirmek için yapılmış
kemerli su yolu.
ARKAİK
1. Bir sanatın veya
üslûbun başlangıçtaki oluşum evresi. 2. Klâsikten önceki eserler. Bütün arkaik sanatlarda özellikler ortaktır: Patlak gözler, parmakların kalın ve uzun
olu şu, kaşların gözlere paralel bir ay
teşkil etmesi, gözlerde hiç bir
mananın bulunmaması, gövdede katı frontal bir duruş oluşu, ciddi, kaba
ve detaydan yoksun bir işleme tarzı.
ARKAİK GÜLÜŞ Genellikle Arkaik dönem Yunan heykellerindeki yüz ifadesinde, ağzın çocuksu bir
gülümseme pozunda betimlenişini
anlatmak için kullanılır.
ARKAİZM Bu kelimenin tam anlamı
"eskileri taklit"tir. Tüm sanat dallarında varılan olgunluk aşamasından sonra, o sanat dalının erken dönemlerine bir
dönüşü anlatmak için kullanılır.
ARKEOMETRİ
Arkeometri yayımına
1958'dc başlanan Oxford
Üniversitesi'nde "Research Laboratory for Archaeology and History of Artsın bülteninin ismi
olarak bulunmuş bir kelimedir. Bu kelimenin ikinci kısmının arkaik olarak gösterilen anlamı (-metri: Grekçe meitron
kelimesinden, "ölçme
işlemi" bir ölçüm) arkeologlarla fizik ve tabii bilimciler arasında bir
ortak yüzey temin etme konusunda arkeometrinin rolü ile anlam kazanmıştır. Çok kısa olarak
arkeometri arkeolojik verilerin fiziksel ve
kimyasal metotlarla, matematiksel modelleme, istatistiksel analiz ve bilgi
edinme teknikleri ile
değerlendirilmesi şeklinde açıklanabilir.
ARSENAL : Askerî depolar. Bu binalarda silâhlar
ve aynı zamanda erzak
da saklanmaktaydı. Bunun için duvarlarda havalandırmayı sağlamak amacıyla
açıklıklar bırakılmıştır. Bergama arsenali antik çağda bilinen en eski silâh ve erzak depolarındandır,
böyle depolar büyük ölçüde Roma İmparatorluk Çağında legionlardaki (Roma
ordusunun idari birlikleri) karargâhlarda bulunurdu.
ARŞİTRAV : Antik Yunan ve Roma mimarisinde
sütun başlıkları
üzerine oturarak sütunları birbirine bağlayan ve üzerine gelen elemanların ağırlığının sütun
başlıklarıyla sütunlara geçişini
sağlayan yatay taş blok. Arşitrav üç blok taştan da, çift yada tek blok taştan
da olabilir. Tek blok taştan olursa dayanıksız, çift blok taştan olursa statik bakımdan yapısal
olarak daha dayanıklı olur. Blok taşlar enlemesine konulursa yukarıdan gelen basınca karşı az
dayanıklı olur, bu yüzden dikey olarak yerleştirilir. İki sütun arasındaki mesafenin genişliğine bağlı olarak dikey yada enlemesine
yerleşim yapılır. Arşitrav
iki abaküsün eksenleri üzerine gelecek şekilde yerleştirilir. Dor düzeninde düz olan
arşitrav, İon Düzeninde her birine fascia denilen üç kademeli bir yüzeye
sahiptir. Baştaban yada epistylion sözcükleri de kullanılır.
ASKLEPİON
: Antik Yunan'da
sağlık tanrısı Asklepios kültüyle ilgili kutsal alan. Sağlığa yararlı yerlerde
kurulan asklepionların özelliği hem tapınak hem de hekimlik ocağı olmalarıydı. Hastalıkların tedavisinde tıbbî
yolların yanı sıra diğer metotlara da baş
vurulurdu. Kült işlemleri başlıca doğal iyileştirme bilgisine dayanırdı, (su
ve çamur banyoları, derin uyku, koşu ve düşlerin yorumu gibi). İnananlar için
asklepionlar önemli bir ziyaret merkezi
olmuştur. Koş, Pergamon, Epidauros'dakiler
en önemlileriydi.
ASKOS
: Karın kısmı şişkin, kemerli kulplu antik bir yağ
kabıdır.
ATRİBÜ : Antik heykellerde bir heykelin hangi
tanrı, tanrıça yada kahramana ait olduğunun anlaşılmasına kolaylık sağlayan ayrıntı, giysi yada aksesuara verilen
genel ad.
ATRİUM : 1. Antik Roma evlerinin ortasında yer alan iç avlu. Üstü, ortasında compluvium denilen bir açıklık bulunan bir
çatı ile örtülüydü. Çevresinde odalar ve odaların önünde re-vaklar bulunurdu. Etrüsklerde görülen ve
Romalıların da onlardan alarak tatbik ettikleri bu avluya önceleri atria
denirdi. Romalılar atrium ismini
vermişlerdir. Atriumun ortasında yağmur
sularının toplandığı impluvium denilen bir havuz vardı. Ayrıca atriumda bir de altar bulunurdu. Atriuma
sokaktan bir kapı ile doğrudan
doğruya girilir ve bu kapı bütün gün açık
dururdu. Kapının gündüz açık kalması mahsuruna çare için sonraları önüne bir vestibulum ilâve edildi.
Atrium bütün ailenin oturmasına mahsus bir yerdi. Cumhuriyetin sonlarında ve imparatorluk zamanında Romalılar evleri
daha büyüttüler ve sütunlu bir avlu ilâve ettiler, fakat atriumu da muhafaza ettiler. Atrium artık bir aile yeri
özelliğini kaybetmiş, bir salon
olmuştu. Altar da artık burada bulunmuyordu, imparator Nero'nun Roma'yı yakmasından sonra eski Roma evinin iç düzeni
değişmiştir. Artık atriumun etrafında odalar yoktur ve atrium eski haşmetini kaybetmiştir. Yine de Romalılar atriumdan vazgeçmemişlerdir. Atrium
Vitruvius'a göre çeşitlere ayrılır
ve isimler alır:
1-
Atrium tuscanium: Dikdörtgen avlu ve içe doğru
eğimli,duvarlar üzerindeki hatıllardan meydana gelen çatıdan oluşan atrium tipi.
2-
Atrium impluviatum: Bu tipte atriumun çevresini
dolanançatının eğimi yağmur suyunu impluviuma toplayacak yöndeolur.
3-
Atrium displuviatum: Atriumun çevresini dolanan çatınıneğimi yağmur suyunu yapının dışına
doğru akıtacak yöndeolan
atrium tipi. Su impluviuma akmaz, sarnıca toplanır.
4-
Atrium testudinatum: Çatı açıklığı yoktur. Displuviatumabenzer.
5-
Atrium tetrastylum: Bu tür atriumun ortasında oldukça küçük bir açıklık (compluvium) ve bu
açıklığın hemen altına düşen
alanda impluvium yer alır. Compluviumun dört köşesin de birer sütun vardır ve çatıyı
taşırlar.
6-
Atrium corınthium: Bu tipte atriumlar daha büyümüştür.Havuzun etrafına bir sütun dizisi
yerleştirilmiştir. Çatı açıklığı da büyümüştür.
2. Hıristiyan bazilikalarında girişin önünde yer alan etrafı sıra
kemerler yada sütunlarla çevrili açık avlu. Parvi de denir.
AUDİTORlUM
: 1. Antik Roma'da ozanları dinlemek üzere toplanılan yer. 2. Antik tiyatroda
seyircilerin oturduğu bölüme verilen isimlerden biri.
AULOS : Eski Yunanlıların ağaç, kemik, bronz yada fildişinden yapılan nefesli çalgısı. Genellikle
çift olarak çalınıyordu. Bu çalgı iki açık borudan meydana gelir. Borular tepeden çift dilcikli bir ağızlıkla birbirlerine
bitişmiştir. Phrygialılar ve Lydialılardan alınmış olan aulos, lavtanın yerini almıştır. Kurban törenlerinde aulos çalan kadın ve
erkeklere sık rastlanır. Tek olarak çalınanları da bulunur.
B.
BAKKHA’LAR : Tanrı Dionysos’un dinsel törenlerine katılan kadınlar
alayı.
BAZALT : Volkanik kayaçlardandır. Lavların
ani fakat yüzeyde soğuması sonucu oluşmuştur. Koyu renkli (koyu kahverengi ve
siyaha yakın), ince tanelidir. Bazı bazalt türlerinde hamur bir miktar camsı malzeme
bulundurabilir. Çok ender olarak tüm kayaç camsı olur. Bazalt da katılaşma
esnasında kaçan gazlar
nedeniyle bol miktarda gözenek bulunabilir. Derin gözenekli olanlar döşeme ve duvarlarda
kullanılır. Gözeneksiz olanlar
sütun başlığı gibi elemanların yapımında kullanılır. Bazalt yoğun ve sert olduğundan
basınca karşı direnci en yüksek taşlardandır. Bundan dolayı yapı taşı olarak kullanılır. İşlenmesi oldukça güç bir taştır. Ateşe
dayanıklıdır
BAZİLİKA : Birbirlerinden sütun yada ayak dizileriyle
ayrılmış, ortada geniş
ve yüksek, yanlarda alçak ve dar birbirine paralel neflerden oluşan,
uzunlamasına gelişmiş bir mekân düzenine sahip, uç kısımda nişi andırır bir apsid bulunan
yapı tipi. Apsidde
birkaç basamaklı bir yükselti üstünde sunak masası bulunur. Bazilikanın ön yüzünde bir kapı vardır,
buradan geçilince kare
plânlı bir avluya gelinir (atrium, parvi yada parvis). Avlunun ortasında kantharos denilen
temizlenme çeşmesi yer
alır. Bazilikanın plânı zamanla dikdörtgen haç biçimine dönüşür, haçın ucundaki apsid
doğuyu gösterir. Işıklandırma
için pencereler orta mekânın sütun yada payelerle taşınan duvarları üzerindedir. 4.
yy'da nef sayısı 3'ten 5'e yükselir. Bazilikalar Pompei bazilikasında olduğu gibi iki katlı olabilirler. Bazilika mimarlık
tarihinde biçimini ve fonksiyonunu en uzun süre koruyan bir yapı tipidir, ilk bazilikalar Romalılar
tarafından yapılmıştır. Roma bazilikasının din dışı kamusal işlevleri olurdu, örneğin
hukukla ilgili işlerin görüldüğü mahkemeler bu yapıların içinde kurulurdu. Çoğu zaman bazilika içinde yargıcın oturması
için tribuna bulunurdu. Roma
bazilikalarını örnek alan Hıristiyan bazilikaları ise dinsel anlamda bir yapı olarak gelişmiştir
ve ilk Hıristiyan kiliselerine
örnek teşkil etmişlerdir.
BEYAZ ZEMİN TEKNİĞİ : Antik resim sanatında uygulanan tekniklerdendir. Bu teknik M.Ö. 6.
yy'ın sonları ile M.Ö. 5. yy'da
kullanılmaya başlanmıştır. Beyaz zemin tekniğinde vazonun yüzeyi fırınlandıktan sonra
beyazlaşan kil ile bir astar yada bir yüzey boyası çekilir. Bunun üstüne figürlerin çevre çizgileri çizilir. Ayrıntılar için
tutkal boya renkleri (kırmızı, kahverengi, sarı, mor gibi) fırınlanmadan sonra sürülür.
BEZEME
: Mimarlık ürünü ve her tür kullanım eşyası üzerinde süslemek amacıyla yapılan çalışmaların
tümü. Yunan sanatında
bezemeler başta mimari süslemeler olmak üzere mezar anıtlarının başlıklarında, maden
işçiliği ve çömleklerde, mobilyalarda varlıklarını sürdürmüşlerdir. Klâsik Çağ
bezemesi gelişimi Geometrik Çağda tamamlanmış bir bezeme geleneğine dayanıyordu. Yunan sanatında
görülen bezemenin bir bölümü
(lotus, palmet, gül, çeşitli yapraklar gibi) eski uygarlıklarda da (Mısır,
Asur, Girit gibi) görülür. Yunan bezemelerinin
tarih sırasına göre başlıca biçimleri: Geometrik Çağ: Yatay şeritler, içice geçmiş çemberler ve yarım çemberler, dalgalı çizgiler, zikzak çizgiler,
kafes, boş ve dolu üçgenler, çeşitli
baklava biçimleri, aşık yolu şeritleri, gamalı haçlar, dama bezemesi.
Doğu Etkili Üslûp: Lotus, gül, palmet, volüt, sarmal, içice geçmiş çemberler, yapraklar, tekerlek,
zikzak, dama, aşık yolu,
balıksırtı, çeşitli bitkiler.
MÖ. 6. ve 5. yy: Aşık
yolu şeritleri, kafes, gül, volüt, balıksırtı,
dama, sarmal, örgü şeridi, yumurta dizisi, ışık çizgileri, boncuk dizisi, lotus çiçeği ve tomurcuğu, palmet,
yumurta ve mızrak biçimli yapraklar.
Lotus, palmet ve volütler sayısız çeşitlemelerle
birleştirilmişlerdir.
MÖ. 4. ve 3. yy: Geçen döneme ilâve
olarak dalgalı çizgi şeritleri, asmalar,
defne çelenkleri, geç dönem palmet biçimi, çeşitli
güller.
Hellenistik
Çağdaki bezemeler gösterişli ve canlıdır. Roma sanatında görülen bezemelerin çoğu
Yunan bezeme motiflerinden alınmıştır. Fakat Romalılar bu motiflerin
sadeliğini bozmuşlardır.
Zenginlik ve gösterişe önem vererek motiflerde ayrıntılara inme yolunu seçmişlerdir. Romalılar fret tipi
bezemeleri mozaik yollarda
kullanmışlardır.
BRANKHİD HEYKELLERİ : Milet ve Didyma arasındaki kutsal yolun iki yanındaki rahip
heykelleri. Bu sözcüğün aslı Apollon'un sevdiği kimse olan Branchos'dan
gelmektedir. Bu, eserlerdeki ortak özellikler: Hepsi koltukta oturur;
erken olanlarda
daha açık olmak üzere hepsinde blok özelliği ve kapalılık görülür. Altta khiton üstte himation olmak üzere, yaklaşık
olarak hem zaman olanlar aynı giysiyi ve birbirinin benzeri kıvrımları
gösterirler. Bu eserlerin özellikle ilk döneme ait olanlarının monoton görünüşlerini etkileyen asıl neden, biçim
ve pozlarının aynı, oran ve ölçünün ağır tutulmuş olmasıdır. Figürler koltukla bir bütün teşkil ederler.
C.
CAVEA : Antik tiyatrolarda basamaklı oturma alanı. Lâtince olan bu sözcük hem
Antik Roma hem de Antik Yunan tiyatroları için kullanılır. Başlangıçta Antik Yunan tiyatrosunda bu kısma
kolion yada theatron deniliyordu.
Genellikle yamaca yaslanan biçimi ilke olarak yarım yuvarlaktır. Ancak M.Ö. 4. yy’dan
sonra bazı tiyatrolarda cavea tepeden analemmaya doğru genişletilerek elips biçimini almıştır. At nalı
biçimindeki cavea bir Hellen geleneğidir. Cavea, topografya özelliklerine göre değişen,
ancak genellikle 26 – 27 derece olan bir açı yapar. Düzlük alanlarda bu açı 10
dereceye iner.
COLUMNA CAELATA :
(Çoğulu columnae caelatae). Arkeoloji
literatüründe kabartmalı sütunlara verilen isim.
Ç.
ÇÖRTEN : Çatıdaki yağmur sularını bina duvarlarından uzağa akıtmak
için, dış duvarların saçak düzeyinde yapıya dik konumda yetiştirilen kısa oluk.
Çörtenler çeşitli şekillerde yapılmışlardır. En çok görülen aslan başı
biçiminde yapılmış olanlarıdır. Antik tapınaklarda simada yer alırlar.
D .
DENDROKRONOLOJİ : Bkz. Tarihlendirme.
DERZ : Taş, tuğla gibi kagir malzemeyle oluşturulan duvarlarda, iki öğenin arasındaki dıştan çizgi
biçiminde gözüken birleşme
yeri.
DİADEM
: Alnın üzerinde başa yerleştirilen çelenk biçiminde taç. Yunanlılar ve Romalılarda çok
kullanılmış, değerli örnekleri bulunmuştur.
DİAZOMA
: Antik tiyatro ve amfitheatrlarda oturma sıralarını
ayıran, gezinti ve geçiş yeri .
DOLMEN : Tarih öncesinde mezar olarak kullanıldığı anlaşılan iki
tanesi dikili, üçüncüsü de bunların üzerine kapak gibi yatırılmış üç büyük taştan meydana
getirilmiş yapı.
DOR DÜZENİ
: Antik mimarlıkta
kullanılan düzenlerden en eskisi. M.Ö. 6. yy'da uygulanmaya başlanır.
Başlangıçta ahşap mimari, sonraları taş mimariye geçilmiştir. Taş mimariye geçişin ilk dönemlerinde de çatı ahşap
olarak yapılmıştır. Geisondan
itibaren ahşap hatıllar gelmekteydi. Dor düzeninin uygulandığı tapınak inşaasına stereobat
(temel) ile başlanır. Üst yapı çiziminde görülmez. Stereobatın üst yüzeyi bir
düzleme tabakasıdır ki
buna euthynteria denir. Bunun üzerinde tapınağın gözle görülen kısımları başlar.
Krepidoma: Üç yada daha fazla sayıdaki krepis
adı verilen basamaklardan
oluşur.
Stylobat: Sütunların ve cella duvarlarının
üzerinde durduğu tabanın döşeme yüzeyi. Dor Düzeninde sütunlar doğrudan stylobata yerleşir. Sütun kaidesi
yoktur.
Sütun: Dor Düzeninde sütun gövdesi genellikle
kasnakların üst üste konmasıyla oluşur. Sütun alt çapı üst çapından daha
büyüktür ve dolayısıyla sütunlar yukarıya doğru incelerek yükselir ve ortalarda
bir şişkinliğe sahiptir ki, buna enthasis denir. Gövdedeki yivlere kannelur adı verilir ve bu
yivler birbirleriyle
kesişirler. Sütunun yüksekliği sütun alt çapının katlarına bağlıdır. Başlık
iki kısımdır. Ekhinus ve abaküs. Ekhinusun sütunla birleştiği yerde bilezik yer alır.
Arşitrav: Dor düzeninde düzdür. Arşitravın
üzerinde taenia, regula
ve guttaeler yer alır. Regula ve guttaeler her sütun eksenine rastlamaktadır.
Triglifon:
Triglif ve bunların arasında yer alan
metoplardan oluşur. Sütun eksenleriyle
trigliflerin eksenleri aynı eksendedir,
iki sütun arasına bir triglif rastlar. Trigliflerin ikisi tam ikisi yarımdır ki eksenden kaydırılır. M.Ö. 2.
yy'da her iki sütun ekseni arasına üç metop sistemi uygulanmıştır.
Triglifonun üzerinde bulunan mutulus denilen levhaların alt kısmında mutuli guttaeler yer almaktadır.
Çatı: Oldukça ağırdır ve geisonla başlar.
Geison yatay ve dikey
iki silmeden oluşur. Yatay geisonun üzerine sima gelmektedir.
Hellenistik Dönemde Dor Düzenine bazı
yenilikler gelmiştir. Bu dönemin Dor sütunları
hemen hemen enthasisi olmayap ince
sütunlardı. Genellikle sütunun alt bölümü düz bırakılıyor geri kalan tamburlar ise yivlendiriliyordu.
Yivler hatları belli edilmiş olmalarına karşın tam yapılmamışlardır. Başlıkta
ekhinusun profili hemen hemen düz bir doğru halindedir. Arşitravm üstündeki metop sayısı ve sütunlar arasındaki açıklık artmıştır.
DRAHMİ : Gümüş Grek sikkesi.
Greklerde bu sikkeler iki sistemde basılmışlardır. Attika sistemi ve Aigina sistemi. Bu
iki sistemdeki drahmiler ağırlık ve
değer bakımından farklıydılar.
E.
EPİFANİ : Tanrının bir anlık görünüşü. Bazı tapınaklarda alınlıkta
birtakım pencereler bulunur ki bunlar, tanrıların epifanisi için bırakılmış olarak yorumlanır. Bir başka yorum olarak alınlığın ağırlığını azaltmak için denebilir.
Mimari açıdan ikinci yorum daha doğru
gibi gelmektedir.
EYVAN : Üzeri tonozla örtülü, üç yönden kapalı, bir
yönden dışa açılan mimari mekân.
F .
FİLULA
: Tunç Devrinden
başlayarak Romalıların son zamanlarına kadar kullanılan madenî çengelli iğne
veya broş. Demir, tunç ve değerli madenlerden de yapılmışlardır. Phryg Uygarlığına ait örnekler ilginçtir.
FIGÜRİN : Genellikle canlı varlıkları betimleyen,
kolay taşınabilir
nitelikte, üç boyutlu küçük sanat yapıtı. Taş, ahşap, pişmiş toprak, maden gibi her tür
malzemeden yapılabilir.
FİRNİS : Boya kili de denir. Kilin havuzlarda
dinlendirilmesi sonucunda
en üstte kalan eriyik. Bu eriyik, potasyum bakımından zenginleştirildikten sonra henüz
fırına girmemiş olan kapların
yüzeyine sürülür. Pişirme işlemlerinde ısının yükseltilmesi yüzeye sürülen firnisin
camlaşmasını sağlar. Bu camlaşma kaplara sıvıları geçirmeyen bir nitelik kazandırır.
FORUM : Önceleri Romalılarda mezarların
önünde bırakılan boş y er
ve meydancık anlamında kullanılan kelime. Sonra antik Roma kentlerinde pazar yeri, aynı
zamanda resmî ve dinsel yapıların
yer aldığı alan için kullanılmıştır. Forumlar aynı zamanda halk için bir gezinti
meydanı vazifesini de görürlerdi. Dini törenler, halka verilen
ziyafetler, şenlikler ve oyunlar hep burada yapılır, panayırlar burada kurulurdu. Toplantı
yerleri tapınak,
bazilika, bir yada iki stoa forum yapısının içinde daima yer almıştır ve Roma forumları
kentin çekirdeğini teşkil etmişlerdir.İmparator
forumları kendi içine dönük, tamamen kapalı, yollara açılmayan birer yapıdır. Bunlara giriş
belli noktalarsan olmaktaydı.
Yol ile ilişkili tek imparator forumu Forum Transitorum'dur. Forum antik Yunan kentlerinde agora karşılığıdır. . Fakat
forumlarda Yunan agorasında olmayan bazı yapılar bulunmaktadır. Örneğin yeni bir öğe olarak rostra
(konuşmacı kürsüsü) gösterilebilir ki, bu antik Yunan'da bouleuterion’a karşı gelir.
FRESK : Taze kireç sıva üzerine boyalarla uygulanan duvar resmi. Sıva boyayı emdiği için zamanla
fresk kazınsa bile renkler kalır. Üzerine resim yapılacak duvarın taş veya
tuğladan olması önemli
değildir, fakat resmin uzun zaman dayanabilmesi için üzerine resim yapılacak sıva tabakası iyi
hazırlanmalıdır. Duvarın harcında ve sıvasında rutubet ve güherçile (potasyum nitrat) olmamalıdır.
Güherçile boyanın sıva içine emilmesine engel olur. Üzerindeki sıva alçılı olursa renkler bozulur. Sıvanın iyi yıkanmış dere kumu
ve sönmüş kireçten olması
gerekir. Resim yapılacak duvar önce ıslatılır ve üzerine kalınca harç tabakasından bir astar
çekilir, kuruduktan sonra daha ince ikinci bir astar harç vurulur. Boyalar bu
ikinci harç tabakası
yaşken sürülür. Fresk çabuk ve titiz bir çalışmayı gerektirir. Duvarın taze
olarak bir günde yapılabilecek kadarı sıvanır ve üzerine suluboya tekniğinde çalışılır. Her çalışma müddeti sonunda ne kadar yer
yapılmışsa o kısım kenarındaki
harç tabakasını boya bıçağı ile eğik olarak keserek sonra çalışılacak kısım ile
birleştiği zaman bir ek yeri görülmeyecek şekilde hazırlamak gerekir. Ayrıca renkler kuruduktan sonra daha açık ve soluk bir hal
alacaklarından boyaları ona
göre bir koyulukta tutmak gerekir. Bunun için fresk ressamları bir ombra toprağı (boyanın
suyunu hemen çeker) üzerine
boyayı sürerek tecrübe ederler. Fresk, kireç üzerine yapıldığından kirecin
bozmayacağı boyalar ve renkler kullanılır. Örneğin kemik siyahı gibi hayvanı boyaları kireç
yiyerek bozduğu için
kullanılmaz.
FRONTAL DURUŞ :
Heykeltıraşlıkta bir duruş
biçimi. Frontal duruşta ayakta duran heykel
dimdik durmakta ve dosdoğru öne
bakmaktadır. Vücudun ağırlığı her iki bacağa eşit olarak yükletilmiştir. Heykelin ortasından geçen dikey
bir eksen heykeli birbirine eşit iki kısma ayırmaktadır. Bazı hallerde sol ayak
bir adım ileri atılmıştır; bazen sağ
el yukarıya kaldırılmış olup bir
değneğe dayanmaktadır, bazen de kollar aşağıya sarkmakta ve eller yumruk şeklini almaktadır.
G.
GEİSON : Antik
mimarlıkta saçak kornişine verilen isim. Latince corona. Çatı geisonla başlar
ve geison bir çıkıntı ihtiva eder ki bunun üzerine sima gelmektedir. Dor
düzeninde geisonun altında mutulus denilen levhalar bulunmaktadır. İon
düzeninde ise geisipodes denilen diş kesimi yer almaktadır.
GİRLAND : Yapraklar, çiçekler veya yemişlerden uzunca hevenk seklinde düz resim yada kabartma
olarak yapılan bir bezemedir. İki uçlarından asılmış ve bazen uçlarının fazla
kısımları sarkıtılmış, ortası aşağı doğru
karın veren bir görünüştedir. Antik
Yunan ve Roma mimarlıklarında görülür.
GLADYATÖR : Antik Roma
arenalarında halkı eğlendirmek için vahşi hayvanlar yada insanlarla ölümü göze alarak
dövüşen dövüşçülere verilen isimdir.
Gladyatörler ya ölüme mahkûm olanlardan,
ya bu gösteriler için eğitilmiş esirlerden yada gönüllü barbalardan olurdu.
Bunlar Ludi ismi verilen gymnasium ve palaestraları olan yapılarda
bulundurulurlardı. Gladyatör
dövüşleri M.S. IV. yy'da tüm ülkelerde yasaklanmıştır.
GRANİT : Kuvars, feldspat ve mikadan oluşan, sağlam, basınca, aşınmaya ve ayrışmaya dirençli,
çeşitli renkte (gri, pembe, kırmızı) çok sert, iri, dokunulduğunda pürtüklü ama iyi parlatılabilen bir kayaç. Bu özellikleri
granitin yapı ve taş döşeme gereci olarak kullanılmasına neden olur. Eski
eserlerde görülen
kırmızı, pembe renkli ve iri kristalli granitler Mısır granitleridir
GREKO-ROMEN : Yunan sanatının Roma sanatı ile
karıştığı çağ.
GÜNEŞ KURSU
: Bazı eski uygarlıklarda görülen, güneşi simgelediği varsayılan bezeme motifi yada
alem olarak da kullanılabilen
dairesel biçimde bir öğe. Hatti güneş kursları en ilginç örnekleri oluştururlar. Tunçtan
yapılmış olup, gümüşlerle de süslenmiş olanları vardır. Geometrik bezemeler,
geyik, boğa figürleri,
kurslara iliştirilmiş işlemeli yuvarlak halkalar
bu kurslar üzerinde yer alır.
GÜNEŞ SAATİ : Üzerinde yelpaze gibi açılan
bölmeleri bulunan genellikle
taş bir levha üzerine yerleştirilmiş metal bir çubuğun gün boyunca değişen gölgesine göre
zamanı belirlemeye yarayan
bir araç. Her bölme çizgisi bir saati gösterir. Güneş saatinin ilk olarak Sümerler
tarafından kullanıldığını, M.Ö. 3. yy'da Keldanili rahip Berosus tarafından geliştirildiğini tarihler
belirtir. Romalılar da kullanmışlardır. Bazı eski yapıların dış duvarları üzerinde veya
avlularında görülür.
GYMNASİUM : Antik Yunan ve Roma'da gençlerin düşünsel ve bedensel yönden eğitildikleri,
öğrenim gördükleri, spor etkinliklerinde (güreş) bulundukları yapı. İlk olarak
Hellenistik dönemde
kendine özgü bir yapıya kavuşur. Her Hellen şehrinin kendi gymnasiumu vardır. Gymnasium da
agora gibi polisi tamamlayan
öğelerden biriydi. Gymnasiumların nerede yapılacağının saptanmasına çeşitli etmenler yardım ederdi. Dinsel
kurumlar güçlüydü ve ilk gymnasiumlar kendine uygun kimi tanrıların yada kimi yerel kahramanların
kutsal alanına değişmeden
bağlı kaldı. Gymnasiumun tanrıları, özellikle Hermes ile Herakles'di. Fakat kültler değişiklik
gösterirdi. Çoğunlukla
gymnasium stadium ile bağlantılıydı. Yine bu yapılar genellikle hamamlarla birlikte bir yapı tipi
oluştururlardı ve genellikle sıcak su
kaynaklarının yakınında inşa edilirdi. Gymnasiumun
şehrin tasarısında olağan bir yeri yoktu. Genelde şehrin tam merkezinde, bir kilit noktası konumunda olmamalıydı.
İlk gymnasiumların biçimleri konusunda bilgi azdır. Vitruvius'a göre bu
yapı palaestra, gymnas ve stad denilen üç
kısımdan ibaretti. Palaestra peristylli dört köşe geniş bir avlu olup üç
tarafındaki revaklar altında oturma sıraları, diğer tarafta, çift revağa bakan tarafta ise sıra odalar yer alırdı. Bu odalardan ephebeum oturma yerleriyle
birlikte geniş bir mekân olup bir tür derslikti. Ephebeumun iki yanında
korykeum (torba odası), konisterium (pudra odası), loutron (soğuk banyo
odası), elaeothesium (yağlanma odası), frigi-darium gibi mekânlar bulunuyordu.
Palaestra kısmının yanında bulunan gymnas
kısmı daha büyük uzun dörtgen şeklinde,
etrafı revaklarla çevrili, üstü açık bir meydandır. Bu meydanın iki yanında
koşma ve atlama pistleri bulunur. Ayrıca bkz. Xystus, Paradimides ya da
Parâdromis. Gymnasın bir tarafında da stad
vardır. Fougeres gymnasiumun tarihini dört döneme ayırır:
1)
İlk dönemde bir
koşu yolundan (dromos) oluşur yada bir spor alanıdır.
2)
Arkaik Çağ (iyi örnekleri Atina'da görülür).
3)
M.Ö. 4. yy ile Helenistik Çağ.
4)
Roma Çağı.
Gymnasiumun
iyice gelişmiş mimari biçimi oldukça geç tarihlerdedir. Yapı köken yönünden yalındı. M.Ö. 4. yy ve
daha sonraki yy'larda da ortaya çıkan tiplerde
bu yalınlık sürmüştür. Romalılar bu yapı tipini geliştirmişlerdir. Genellikle
de palaestra ile birleşmiş olup ayrı bir
kısım halinde değildir.
H.
HATIL : Yapıda ağırlığı yatay olarak dağıtmak
ve duvarların düşey :doğrultudaki
çatlamalarını önlemek için duvarların içine r. olarak boydan boya uzatılan ahşap, tuğla veya beton bağlama öğesi.
HELLENSTİK
ÇAĞ VE SANAT : (M.Ö. 330-M.Ö. 30) Büyük İskender ile başlayan, ölümünden sonra komutanlarınca kurulan krallıklarla devam eden ve bu
krallıkların Romalılar tarafından
ortadan kaldırılışı ile sona eren dönem. Makedonyalıların, Greklerin, Anadolu
halklarının, Perelerin, Mısırlıların ve diğer Ön Asya halklarının ve kültürlerinin karışıp kaynaşmasıyla oluşan kültür ve tarih
dönemidir. Bu dönem için Helenizm
yada Helenistik terimini Alman tarihçisi J.G. Droysen kullanmıştır. Yayılma çağıdır. Sanat evrensel
bir karakter alır. M.Ö. 2. yy Helenistik sanatın altın çağı olmuştur. Helenistik Çağ, Yunan çömleklerinin
süslenmesine köklü değişiklikler
getirmiştir. Siyah ve kırmızı figür teknikleri bırakılmış, bunların yerini başka
teknikler almıştır. Bu çağda kalıpta yapılmış üretime geçilir. Bu Helenistik çömleklerin birçoğu beyaz astarla kaplanmış,
bezemeler tutkal boya renkleriyle (kırmızı, kahverengi, sarı, mor gibi) yapılmıştır. Helenistik vazoların büyük çoğunluğunda
boyalı süslemelerden kaçınılmış,
bunların yerini kabartmalar almıştır. Kabartmalı vazolar maden işçiliğinin
etkisinde kalınarak yapılmış olup, kabartma Helenistik yada daha önceki dönemlerde yapılmış olan maden örneklerinin kalıplarından
alınmıştır, Bu kapların
yüzeyi tümüyle siyah parlak sırla kaplanmıştır. Helenistik Çağ heykellerinde ise abartılı bir
hareket görülür. İnsan figürlerinde
tanrısal çehre yerine heykele modellik edenin özelliklerine dikkat edilirdi. Efsanelere
dayanan eserlere de bu çağ- da sık rastlanır. Helenistik Çağın
belirgin özelliklerinden biri de düzenli kent plânlarıdır. Mimarinin dinsel
etkilerden oldukça
arınmış olması da yine bu dönemde görülür. İşlevsel yapıların gelişmesi de Helenistik
Çağın özelliklerindendir. Daha abartılmış oranlar ve boyutlar, derin ve çok kolonlu pro-naoslar, daha zengin bir silme
sistemi, daha yoğun bir süsleme eğilimi, bu çağın yapılarında kendini
gösterir. Eksen ve simetri düzeni, podyumlu ve önü merdivenli tapınak ve çok katlı yapılar gibi yenilikler bu çağa
özgüdür. Bu çağ tapınaklarının
özelliklerinden biri de pseudo-dipteros plânının uygulanmasıdır. Çok katlı stoa Helenistik
Çağın en büyük başarılarından
biridir. Bu çağda görülen çok katlı yapılarda farklı düzenleri bir arada kullanma
özelliği Roma mimarisinde de devam etmiştir. Bu çağın mimarları yapılarının ağırlığını azaltmayı ve mümkün olan en büyük hafifliği
sağlamayı amaç edinmişlerdir.
Yapıların ön yüzlerinde yatay düzenlemenin egemen olduğu görülür. Attika frizi ve kaidesinin
kullanılması da
Helenistik mimarinin getirdiği yeniliklerdendir. Geniş sütun aralıkları ve geniş pteroma ise
Geç Helenistik mimarinin
özelliklerindendir. Helenistik Dönem mimarları Dor Düzenine bazı yenilikler getirmişlerdir
HERAÎON : Antik Yunan tanrıçası Hera'ya adanmış
tapınak yada kutsal alan.
HERME : Üst kesimi bir büst yada yarım gövde
heykeli biçiminde
yontulmuş, alt kesimi prizmatik bir sütuna benzeyen yapıt. Kökeni haberci
tanrı Hermes'e dayanır. Hermelere özellikle yol kenarlarında rastlanır. Bunlar ilk çağın
kilometre taşlarıdır.
HEROON : Antikitede yüceltilmiş kahramanların anısına yapılan özel yapı.
HİLANİ
: (Bit-hilani).
Ön yüzünde bir yada iki ayaklı geçidi, bunun arkasında ise çevresinde küçük oda toplulukları
bulunan, enine yerleştirilmiş, ocaklı bir ana odası bulunan yapı tipi. Ön geçidin bir tarafında ayrıca, her
zaman olmamakla birlikte, genellikle
bir merdiven boşluğu yer alır. Çoğunlukla ön yüz duvarları ve kapı söveleri orthostatlar ve hayvan
heykelleri ile süslenmiştir,
ayaklar ise heykellerle süslenmiş altlıklar üstüne dikilmişlerdir. Zincirli,
Karatepe bu yapı tipinin görüldüğü yerlerdir.
HİPODROM : (Yunanca hippos: At, dromos: Yol
kelimelerinden). Antik
Yunan'da atlı araba yarışlarının yapıldığı çevresinde oturma kademeleri bulunan, bir ucu
dairesel biten diğer ucu açık
uzun alanlara verilen isim. Romalılardaki circusların karşılığıdır, fakat bazı farklar görülür.
En büyük fark arabaların
durduğu yerlerdir. Yunanlıların hipodromlarında araba yerleri Roma circuslarında olduğu gibi
bir daire kavsi üzerinde
değildir. Plânı gemi burnuna benzer, bu şekilde yer kazanılarak birçok yarışçı yerleştirilebilirdi.
Circuslarda on iki araba
gibi belli sayıda yarışçı olduğu halde hipodromlarda bu sayı sınırlandırılmamıştı. Hipodromu
ortasından ikiye ayıran spina
daha basit ve tezyinatsız olarak sade bir toprak yığınından ibaretti. Circuslarda ise
spina bir duvardan oluşur, üzerinde heykeller bulunurdu.
HOKER DURUMU : Prehistorik Devirde görülen gömü
şeklidir. Bu durumda
bacaklar karına doğru çekiktir ve ölü bir tarafa yatmış biçimdedir
HORASAN
HARCI : (Türkistan'daki Horasan şehrinin
adından gelmektedir). Kum, kiremit tozu, sönmüş kireç, kömür cürufunu su ile karıştırarak yapılan harç.
Sağlam bir inşaat malzemesidir.
Antik Roma'dan beri kullanılmıştır. Hamamlar, su hazneleri gibi daima su gören ve suyu tutan
duvarlarla binaların
kubbeleri özellikle horasanla örülür. Horasanla örülmüş eski kale harabelerinde taşların
yekpare olarak bir kütle teşkil ettiği görülmektedir.
HÖYÜK : Arkeoloji terimi olarak höyük, eski zamanlardan beri üst üste gelen şehir kalıntılarından
meydana gelen tepe anlamında kullanılır. Oluşumlarının ana nedeni bu
yerleşmelerin kerpiçten
yapılmış oluşudur. Yıkılan her yapı katmanı zeminde hafif bir yükselmeye neden olur.
Yağmur miktarı bunu hızla taşıyıp
düzleştirecek düzeyde olmadığı için yerleşme katları üst üste yığılarak bir tepe oluşturur.
Yükseklikleri genellikle 20-30
m'yi bulduktan sonra yerleşme alanı küçüldüğünden ve iniş çıkış zorlaştığından terk
edilerek yeni yerleşmelere geçiliyordu. Höyükler genellikle yassı biçimli
tepelerdir. Çapları en geniş yerlerinde 100-500 m yada bazen daha geniş olabiliyordu. Höyükler hep düzlük
yerlerde kuruldukları için uzaktan
seçilmeleri mümkündür. Höyükleri tümülüslerden ayırmak da kolaydır. Tümülüsler bir defada yapay olarak
yığılıyor, höyükler ise
binlerce yıl sürecinde oluşuyordu. Bu yığma tepenin kesin olarak höyük olup olmadığını anlamak
için çanak çömlek
parçalarının bulunup bulunmadığına bakmak gerekir. Mezopotamya'da höyüklere
teli adı verilir.
I .
IZGARA PLAN : Birbirine paralel ve dik sokaklar arasında kalan kare yada
dikdörtgen yapı adalarından oluşan düzenli kent planı. Düz ve paralel uzanan
yolların dik açı ile kesişmesi sonucu yerleşme alanı ızgara görünümü aldığı
için ızgara planı adı ile tanınmıştır. M.Ö.5.yy’da ünlü Milet’li mimar
Hippodamos’un bu plan düzenini geliştirip yaygınlaştırmıştır ve Hippodamos’un
adı ile bağlanarak bu plana Hippodamos Planı da denir. Arkeolojik kazılar
Urartu kentlerinde Zernakitepe, KArmin Blur yerleşmelerinde bu planın varlığını
ortaya koymuş ve bu sistemin Doğu’dan geldiğini göstermiştir. Klasik Çağda önce
Milet’de ve diğer Batı Anadolu kentlerinden Priene, Knidos gibi yerleşmelerde
ızgara planı uygulanmıştır. Helenistik Çağda yerleşmeler bu plana uygun gelişip
büyümüşlerdir. Roma’da ise, yeni kurulan kentler hemen hemen daima ızgara
planla gerçekleştirilmiştir. Roma ızgara planları kare yapı adalarının kare
biçiminde bir sur içine yerleştirilmesiyle oluşturulmuşlardır.
İ .
İDOL : Tarih öncesi ve tarihi çağlarda tanrılara adak olarak
sunulan taş, pişmiş toprak bazen de kemikten yapılmış stilize tanrı ve tanrıça
heykelcikleri. Ana tanrıça ile bereketi temsil edenler iri kalçalı ve
göğüslüdür. Baş ve boyun ayırt edilmemiş, vücut çan şeklinde genişleyen
tiptekilere çan şeklinde idoller denir. Keman idollede bir başka grubu
oluşturan M.Ö. 3. binde Kykladlarda bulunmuş taş idoller ise çok sert taştan
genellikle mermerden yapılmışlardır.
İKON : Kilise
ve evlerde bulunan Hz. İsa, Meryem ve aziz tasvirleri. Genellikle çam ve
ıhlamur ağacı olmak üzere ahşap levhalar üzerine yapılırdı.
İN SİTU
: Yerinde sabit olan anlamındadır. Eski konumunda ele geçen buluntular (payeler,
postamentler gibi) için kullanılan terim.
İNGOT : Numismatikte büyük bakır külçelere
verilen isim. Bu ingotların
dökümleri öküz derisi şeklinde yapılıyordu. İngotun bir tarafı öküz derisinin kaba, kıllı
üst kısmını, öteki tarafı ise
sıyrılmış ve kenarları içe doğru kıvrılmış iç yüzeyini taklit ediyordu. Bu ingotlarla bir öküz yada
ineğin değerinin gösterildiği
gerçeği hesaplama da kullanılan başlıca ölçünün öküz yada inek olmasından
kaynaklanmaktadır.
İNSULA : 1. Antik Roma'da bir kaç katlı
yapılan, kısım kısım kiralanan
evlere verilen isim. İnsulaların zemin
katlarında dükkânlar ve
atölyeler yer alırdı. İmparatorlar bir çok defa bu evlerin yüksekliğini sınırlamak için
kanunlar koymuşlardı. 2. Antik
çağda sokaklar arasında kalan, bir yada daha fazla evi kapsayan parsellenmiş alanlara
verilen isim.
İSODOM : Eş yükseklikte blok taş sıralarından oluşan harçsız Helenistik duvar örgüsü. Derz uyumu
olmayabilir yada birleşme
derzleri bir ara ile birbirini dikey olarak izleyebilir.
K.
KAİDE : Taşıyıcı bir yapı öğesinin, anıtın
yada bir heykelin üzerine oturduğu ayaklık.
KALPİS : Hydria tipinde, M.Ö. 520 civarında sürekli bir gövde profili ve büzülmüş bir dudak
biçiminde ağız profili gösteren antik kap. Siyah figür tekniğinin son zamanlarına ait birçok örneği
vardır.
KANDİL : İçine yağ konularak bir fitil yardımıyla yakılan eski aydınlatma aracı. Antik kandiller
çeşitli malzemelerden yapılırdı.
En çok kullanılanları bronz ve pişmiş topraktan olanlardı. Kandiller iki kısımdan ibaret
olup biri yağ koymaya mahsus
olan Romalılarca infudibulum denilen hazne ile fitil konan rostrum denilen emzik kısmıydı.
Hazne kısmı genellikle
yuvarlak ve yassıca olup bazısının üstü açık ve bazısının kapaklıydı. Bu kapaklarda da bir veya
birkaç delik bulunurdu.
Her kandilde kulp olmazdı. Emzikleri çift olanlar hatta daha fazla olanlar da yapılmıştır.
Fitiller kükürtlenmiş üstüpüden
veya papirüs yapraklarından yapılırdı. Kandillerde genellikle zeytinyağı yakılır, bazen de
buna tuz katılırdı. Hayvan şeklinde
yapılmış kandillerde vardı. M.Ö. 6. yy'dan 4. yy'a kadar kandiller Yunan çömlekçiliğinin
özel bir kolunu oluşturuyordu. Teknik yönden diğer çömleklerden farkları
yoktur. Çarkta
çekilirler, bazı yerleri boş bırakılmak üzere siyah sırla kaplanırdı. Antik Yunan kandillerinde
figürlü süslere rastlanmaz. Kandillerin tarihsel gelişimi Helenistik çağı
aşarak Roma çağına kadar
uzanmaktadır. Roma çağında fitil kovanı uzamış, bezemeler kabartma olarak yapılmıştır.
KANTHAROS : 1.
Antik keramik formları arasında önemli bir yeri olan dikey kulplara sahip içki kabı. Dionysos'un
atribüsüdür ve bir çok vazo resminde elinde tutar şekilde gösterilmiştir.Orijini açıklanamamakla
birlikte Boeotia'da çok uzun bir tarihe sahiptir.2.Bazilika yapısında atriumun ortasındaki temizlenme havuzuna
verilen isim.
KARUM : Asurca liman ve rıhtım anlamına
gelen, asıl kentin yakınında kurulan ticaret
merkezi. Asur Ticaret Kolonileri Çağında
Anadolu'da da karumlar kurulmuştur. Anadolu'daki karumlar Mezapotamya'dakilerden daha küçük yerleşmelerdi.
Kayseri yakınlarında Kültepe’deki Kaneş karumu, karum Hattuş ve Alişar'daki karum Anadolu'daki örnekleri oluştururlar.
KARYATİD : Antik mimarlıkta kadın heykeli biçiminde sütunlara verilen isim. Taşıyıcı nitelikte
sütun yada gömme sütun şeklindedirler.
KATAKOMP : İlk Hıristiyanların Romalılardan gizli toplandıkları ibadet ve defin yaptıkları
yeraltı mezarlarına verilen genel ad.
KAYA MEZARI : Kayaya oyulmuş bir yada daha fazla
odadan meydana gelen
mezar yapısı. Anadolu'da oldukça eski bir tarihi
olan bu mezarlar Roma döneminde iyice yaygınlaşmıştır. Lykia bölgesinde ilginç örneklerine rastlanır.
KENET : Taş dizileri gibi her çeşit yapım
öğesini yatay yada düşey
olarak birbirine bağlayan demir yada tahta bağlantı öğesi. Taş üzerinde
önceden bir oyuk hazırlanır ve kenet iki taşı birleştirecek şekilde yerleştirilir, demir ile taş
arasında kalan boşluk
ise eritilmiş kurşunla perçinleştirilir. Tahta kenetlerle, yan yana gelen taşlar
birleştirilebilir. Tahta kenetleri Eski Mısır'dan Roma Çağına kadar görmek
mümkün. M.Ö. 3. yy'dan beri kullanılan kenet tekniğinde çeşitli şekilde
kenetler kullanılmıştır. Yatay elemanları birleştiren kenetler: Çengel kenet, çift T kenet, Z kenet, kırlangıç
kuyruğu kenet. Klâsik Çağda özellikle çok kullanılan
bir kenet olarak çift T
kenetler görülmektedir. Düşey elemanları birleştiren kenetlere zıvana denir. Zıvanalar tahta da
demir de olabiliyor. Arkaik
Dönemde tahta zıvanalar da kullanılmıştır.
KERKÎDES : Antik tiyatroda orkestra bölümünden
ışınsal olarak yayılan merdivenlerin aralarında kalan seyir alanı parçalarına
verilen isim. Kerkis, kuneus, cunei olarak da geçmektedir. Aynı anlamı
taşırlar.
KHİMATİON : Bkz. Himation.
KHİTON : Antik Yunan'da dikdörtgen kumaşın karşılıklı iki kenarının
birbirine dikilmesi suretiyle meydana gelen ve dipsiz çuvala benzeyen, himation veya
khlainanın altına giyilen, kadınların da erkeklerin de giydiği bir giysi. İonların khitonu ketenden, uzun ve kolluydu. Dorlarınki yünden ve kısaydı. Khiton ya yukarıdan baştan geçirerek yada aşağıdan
ayakları içine sokarak yukarı doğru çekilip giyilirdi. Khitonun yukarıya gelen kenarları omuzlar üzerine iğne ile
veya herhangi bir şekilde birbirine tutturulur yada daha önceden bu
kısım dikilmiştir. J-Chiton giyenler
özellikle kadınlar çoğu kez kemer kullanırlar.
Bazen bir bazen iki kemerle sıkılır. Erkek khitonu tek kemerlidir.
Khiton giyildikten sonra çoğu kez bağlanan
kemerden yukarıya doğru giysi biraz çekilerek kemeri kapatacak şekilde,
göğüs altında ve karın üzerinde sarkan kıvrımlı
bir kısım oluşur. Khitonun bu kısmına kolpos denir.
KIRMIZI FİGÜR TEKNİĞİ : Antik Yunan vazoları üzerinde uygulanan boyama tekniklerindendir. Bu teknik M.Ö. 6. yy'ın
sonlarına doğru ortaya
çıkmış, M.Ö. 5. yy'da egemen olmuş, Hellenistik Çağa kadar sürmüştür. J.D.
Beazley (antik yazar) kırmızı figür tekniğini M.Ö. 530-330 yılları arasına
yerleştirir. Bu teknikte
boyanan figürler kilin renginde bırakılmış, figürlerin dışındaki alan siyah boyanmıştır. Bu siyah
fırınlanma sonucunda parlaklık almaktadır. Figürlerdeki kilin rengi portakal
rengi yada kırmızıya yakın bir tondadır. Figürlerin çevre çizgileri önce ince
çizgilerle sonra da daha geniş fırça vuruşlarıyla belirtilir. Fırçayla çizilen çizgilerle
birlikte figürlerin
görünümü daha plâstik olmaya başlar. Somut bir kabarıklığa da sahiptirler.
Boyanın koyu sürülmesiyle de plâstik etki artmaktadır. Kırmızı figür tekniğinde çizginin
taşmaması gerekiyordu.
Bu tekniğin başlangıcında bazen kazıma yöntemi kullanıldığı da görülmüştür, örneğin saçların çevre
çizgilerinin
verilmesinde. Önemli çizgileri önemsizlerden ayırmak için sulandırılmış kil kullanılmıştır
ve koyu siyah çizgiler yanında
açık kahverengi olarak etkili bir karşıtlık yaratılmıştır. Siyah rengin sulandırılmasıyla
kahverengi hatta altın sarısına kadar açılabilen renkler elde ediliyordu. M.Ö. 5. yy'ın ortalarına doğru resimlere vişne
kırmızısı, beyaz ve altın sarısı yaldız katılarak, bu tekniğe bir polykromi
verilmek istenmiştir. Kırmızı figür tekniğiyle birlikte günlük yaşamdan alınan
sahneler vazolar üzerinde yer almaya başlamıştır (şölen sahneleri gibi).
Mitolojik sahneler farklılaşır, geleneksellikten uzaklaşma görülür. Tarihsel
resimler de işlenmiştir. Kırmızı figür tekniği ile boyanmış vazoların ilk
örneklerinde,bir yüzde kırmızı diğer yüzde siyah figür tekniğinin kullanıldığı
görülmektedir. Bunların bazılarında her iki yüzde aynı sahne tekrarlanmış,
bazılarında da farklı konular işlenmiştir. Bu tür vazolar sayıca çoktur.
Önceleri iki ayrı ressam tarafından boyandığı ileri sürülmekteydi, fakat
sonradan her iki yüzü de aynı ressamın boyadığı anlaşılmıştır. Peloponnes harbi
sonunda, bütün pazarların Atina mallarına kapanması üzerine, kırmızı figür
tekniğinde yapılan vazoların ortadan kalkmasının önüne geçilememiştir.
KONGLOMERA : Tortul kayaç. Kum ve çakılların
basınçla birleşmesi ve
zamanla sertleşmesi sonucu oluşan kültelere verilen ad. İçinde midye, istiridye kabukları bulunur.
Özellikle sağlam olması
istenen yapılarda kullanılmıştır. Antik çağda özellikle sütun yapımında kullanılmıştır.
KORE : Kore sözcüğü Grekçe kız anlamındadır.
Arkeolojide köre, genç kız heykellerine verilen genel ad. Korelerin doğal ölçüde ilk örnekleri M.Ö. 7. yy
ortalarına kadar inmekte ve böylece yapımlarına, kuroslara nazaran daha erken başlanmış olduğu
anlaşılmaktadır. Yapılan araştırmalara göre bu tür eserlerin bazılarının ölümsüzleri,
bazılarının da ölümlüleri tasvir ettikleri anlaşılmıştır. Bu sonuca eserler üzerindeki yazıtların
incelenmesiyle varılmıştır
KORÎNTH DÜZENi : Antik mimarlıkta kullanılan düzenlerden biri. M.Ö. 5. yy'da meydana gelmeye
başlamıştır, fakat M.Ö. 4. yy'da diğer iki
düzenin (Dor ve İon) yanında yer alabilmiştir.
Korinth Düzeni sütun başlığı ve geisonun dışında, diğer mimari unsurları İon
Düzeninden almıştır. Başlık biçimi farklı bir görünüme sahiptir. Yukarıya doğru
genişleyen sepet şeklinde bir orta kısmın (kalathos) etrafını çeviren akant-hus yaprakları ve köşelerde volütler oluşturan
helbderden meydana gelen, üzerinde abaküsün yer aldığı bir başlık
biçimidir. Akanthus yaprakları iki üç
sıralı olabiliyor. Helixler genellikle
köşegenler üzerinde yer almakta ve normalden biraz daha uzun olarak,
abaküsü taşır vaziyette görülmektedirler. Helix
dalları boğumlarından çıkan ufak yapraklarla süslenmiştir. Helixler ilk
örneklerde tek bir kıvrımla sona ermekteydi.
Abaküs dört cephede bir rozetle süslenmiştir. Korinth Düzeninde başlıklar köşelere yerleştirilebilmiş,
çapraz bir simetri elde edilmiş ve dört yönden de görünmesi sağlanmıştır. Bu başlık tipi zengin bitki motifleriyle uzaktan
ışık gölge kontrastları oluşturmuş ve Hellenistik Dönemin estetik
duyarlılığına kendini uydurmuştur. Roma
sanatı Konith başlığının canlılığını
diğer iki düzene tercih etmiştir. Bu düzende saçaklık-ta konsollu bir geison yer almaktadır. Korinth
Düzeninde her kısım mimari bezeme ile donatılmıştır.
KUROS : Arkeolojide çoğunlukla çıplak olan
genç erkek heykellerine verilen isimdir. Bu tür heykellerin giysili olanlarına
çok az rastlanılmıştır.
Kuroslardan bir kısmı kutsal yerlerde, bir kısmı da mezarlıklarda ele geçmiştir. Bu yerler dışında
bulunmuş olanları da
vardır. Kuroslar Atina akropolünde olduğu gibi, yarışta ödül alanlar veya herhangi bir şekilde
kahraman olmuş kişiler
için dikilen heykellerdir. Kuroslar Arkaik Dönemde frontal bir şekilde dik duran, bacaklardan biri
genellikle sol taraftaki
ileri atılmış, kollar yan taraftan aşağıya doğru sarkmış ve eller yumruk yapılmış bir biçimde tasvir
edilmişlerdir. Erken
olanlarda bel ince ve omuzlar geniştir. Yana yapışmış olan eller ve kollar zamanla vücuttan çözülmeye
başlamış, daha sonra da
hareket kazanmıştır. Vücut ağırlığı her iki bacak tarafından eşit bir şekilde taşınmaktadır.
Ancak bu gelenek Arkaik
Dönem sonunda değişmeye yüz tutmuş ve ilk klâsik eserlerde açık bir şekilde görüldüğü gibi, vücut
ağırlığı bazen bacak
tarafından taşınmaya başlanmıştır. Kurosların boyları genellikle doğal ölçüde olmakta, ancak ilk
örnekler arasında daha
büyük boyutta olanlara da rastlanmaktadır. Kuroslar Arkaik Dönemde Grek kültür ve sanatının geliştiği her bölgede görülmektedir,
lonia ve Yunanistan kurosları
ayrılık gösterirler. Yunanistan kurosları kendi içinde de ayrılırlar.
L.
LAHİT : Kelime anlamı eski Yunancada (sarkophagos):
Et yiyicidir. Lahit
Homeros'da soros yada larnaks olarak geçmektedir. Larnaks sözcüğü sonradan Thukydides tarafından da
kullanılmıştır. Lahit
için kullanılan başka bir sözcük de teke'dir. Lahit eski çağlarda içine ölünün yerleştirildiği pişmiş
toprak, taş, ağaç yada mermerden yapılmış özel sanduka. Genellikle bezemelidir. Anadolu'da belli
dönemlerde çeşitli özellikler gösteren lâhitler vardır. Örneğin özellikle M.Ö. 4. yy'da eski Lykia tipi olarak adlandırılan
lâhitler dar ve uzun oranları, üstleri mahya kirişli semerdam biçimli
kapaklarıyla ya bir konstrüksiyon
oluşturan ahşap bir yapının taklidi biçimindeki yada düz bir sandık biçimindeki şekilleri ile
görülmektedirler. Bu lâhitlerde M.Ö. 4. yy'ın ortalarından başlayarak kimi
zaman kapağın üstündeki mahya kirişinin yapılmamış olduğu da gözlenmektedir. Hellenistik Çağ
lâhitleri Hareon tipi denilen
üçgen çatılı kapaklı lâhitlerdir. Roma Çağında Pamphylia ve Sidemara tipinde
iki lahit türü çok gelişmiştir. Pamphylia tipi lâhitlerin kapakları tapınak çatısı biçiminde üçgen alınlıklıdır. Lahit gövdesi ölüye ait
kabartma figürler ve girlandlarla
süslüdür. Sidemara tipi lâhitlerin kapağı yatak biçimindedir. Üzerinde ölünün, varsa
eşinin uzanmış kabartması,
gövdesinde yine ölüye ait sahneler, tanrı figürleri, tapınak resimleri, madalyon kabartmalar
vardır. Bu lâhitler sütunlu
lâhitlerdir.
LATRİNA :
Antik Roma'da genel tuvalet. Bir duvar boyunca yüksekçe bir seki üzerine açılmış
deliklerden oluşurdu. Side'deki latrina büyüklük ve özenle yapılmış mermer duvar kaplamalarından ötürü Anadolu'da görülen bu tür
yapıların en süslüsü ve
en anıtsalıdır.
LEBES : Antik Yunan'da kullanılan yuvarlak
dipli, uzun bir ayak Bitinde
oturan, kulpsuz şarap kabı. Dinos.
LEBES GAMÎKOS :
Lebese benzeyen gövdeye, farklı bir boyna,konik abartılmış bir ayağa,
omuzlarında karşılıklı çift kulpa sahip, Attika düğünlerinde kullanılan, dinsel
nitelikli biçimlerden olan antik Yunan çömleği. Bazı örnekleri kapaklıdır.
LEKANE
: Antik Yunan keramik sanatında siyah
figürün başlangıcında
görülen formlardan, kurdele biçimim andırır kulpları olan derin çanak. Bazıları kapaklıdır, ki bunlar
için lekanis adı
kullanılır ve bunlar az sayıda olup salt M.Ö. 500 civarında görülür.
LEKYTHOS : Tek kulplu, dar boyunlu, genellikle
parfüm ve yağ koymak için yapılan antik Yunan kabı. Bu kaplarda omuzlar önce yuvarlakmış, sonra dirsek
yapmış, daha sonra yine yu-varlaklaşmıştır.
Lekythoslar Attika'da M.Ö. 5. yy ortalarında
yeni bir kullanım alanı bulmuşlar ve mezarlara da konmuşlardır. Özellikle beyaz zeminli lekythoslar M.Ö. 440-430 yıllarında çok sayıda yapılmışlardır. Ve bu
lekythosların yapımı M.Ö. 390 yılına
kadar devam etmiştir. Kırmızı figür tekniğiyle lekythoslara yenilikler gelmiştir. Bodur lekythos denilen çeşitine M.Ö. 5. yy'ın ikinci yarısı ile 4.
yy'da çok rastlanır.
LENTO : Kapı, pencere gibi açıklıkların veya
iki sütun arasının üstünde kalan kesimin yükünü yanlara aktaran yatay ahşap veya kagir kiriş.
LESBOS KYMATÎONU : Antik mimarlıkta kullanılan, üslûplaş-tırılmış kalp biçimli yapraklar ile bunların
arasında yer alan mızrak uçlarından oluşmuş süsleme
şeridi, ton kymationu üç profil
bakımından farklılık gösterir.
LOTUS : Mısır fulü da denilen lotus çiçeği
biçiminde bezeme motifi.
Eski Mısır sanatında çok kullanılmıştır. Eski Yunanda da sık görülen bir bezemedir.
LYDİON : Lydiaya özgü biçimli, bölgenin ünlü
krem ve parfümlerini dünyaya yaymak amacıyla yapılmış, yüksekçe konik bir ayağa sahip, kulpsuz bir vazo
görünümünde kap. Lydion türü
kaplar M.Ö. 6. yy özellikleridir. M.Ö. 500 yıllarından bir süre sonra kaybolmaya yüz tutmuştur.
LYRA
: Eski
çağlarda kullanılan telli müzik aleti. Mitolojik bir saz olarak bilinir. Çeşitli şekilleri
vardır.
M.
MAUSOLEIUM : Batı dillerinde anıt-mezar
karşılığı olarak kullanılan
bu kelime genellikle Antik Çağ için kullanılır. M.Ö. 4. yy'da yaşamış Karia kralı Mausolos
ve karısı için Bodrum'da
yapılan anıt mezarın adı olan mausoleium sözcüğü, bu yapının büyük ünü ve ilk çağda
dünyanın yedi harikasından biri sayılması nedeniyle, daha sonra bu tür
yapıların genel adı
haline gelmiştir.
MAZGAL :
Kale yada sur duvarlarında kaleye hücum edenlere ok ve benzeri atmak için bırakılmış
dişli aralıklarına verilen isim.
Bunların yanlarındaki diş gibi duvar kısımlarına mazgal siperi denir.
MEANDR :
Kelimenin kökeni Menderes nehrine dayanmaktadır.
MEGARON Erken Tunç Çağında ortaya çıktığı
bilinen, dikdörtgen
yada kare olabilen bir iç mekân ile bir ön dehlize sahip, ikisi arasında bir
kapının yer aldığı, içinde bir ocak bulunan, tavanı bir ahşap çatıyla örtülü bir yapı tipi. Megaron
antik Yunan tapınağının proto tipini teşkil
eder.
MERMER : Kireç taşlarının yüksek sıcaklık,
basınç ve hareket karşısında
değişikliğe uğraması sonucu oluşmuş bir kayaç. Metamorfik kireç taşlarıdır. İri
kristalli yada küçük kristalli olabilirler. Kireç taşlarından daha sert olması ve asitte köpürmesi ile hemen tanınır. Saf mermer
beyaz renklidir. İçerdiği yabancı
maddelere göre çok çeşitli renkler alabilir. Yaygın ve kalın
yataklar yapar. Antik Yunan
heykellerinin yapımında genellikle beyaz mermer tercih
edilirdi. Mermer görünüşü bakımından insan derisinin şeffaflığına yakındır. El ve parmaktaki terin içindeki asit maddesi
mermerin yüzeyini etkiler. Buna mermerin ağlaması, kusması denir. Bu yüzden müzelerde mermer eserlere dokunmak
yasaklanmıştır. Mermerler önemli bir yapı ve süsleme malzemesidir. Özellikle kaplama levhası biçiminde kullanımı çoktur. Bu
kullanım biçimi ilk kez imparatorluk dönemi
Roma mimarlığında ortaya çıkmıştır. Antikitede mimarlık ve heykeltraşlık
alanında çeşitli mermerler kullanılmıştır.
Synnada
mermerleri: Afyon mermerleri antikitede bu isimle geçer. Roma Çağında işletilen en eski ocağın bu yörede
İsce-hisar kasabasında Dokimeia köyünde
bulunduğu bilinmektedir. Ayrıca bkz. Dokimeion.
Alabanda mermeri: Plinius'un
eserlerinde adı geçen ve eskiden Alabanda (Anadolu'da Büyük Menderes nehrinin
güneyinde bir Karia şehri, bugün Araphisar
köyü) dolaylarında bulunan çok siyah
bir mermerdir.
Prokonnesos
(Marmara adasa) mermeri: Mavimsidir. Çatlak-sız,
büyük bloklar verebilirler. Bu mermer yalnız bloklar halinde değil, yarı işlenmiş duruma getirildikten sonra da
sevk ediliyordu.
Eleusis
(Atina yöresinde kutsal bir kasaba ve tapınak) mermeri: Mavimtrak siyah renklidir.
Paros (Ege
adalarından) mermeri: Krem rengi hafif sarımsıdır.
Naksos (Ege
adalarından) mermeri: Kristalleri büyüktür. Milet ve Efes civarında rastlanmaktadır.
Pentelikon mermeri: Beyazdır,
zamanla sarımtırak bir paten yapar.
METOP : Antik Yunan
mimarlığında Dor Düzeninde arşitravın üzerinde
yer alan triflifonu oluşturan, triglifler arasında kalan, dörtgen biçimli, üzerinde kabartmalar
bulunan yada kabartmasız olan, boyalı
yada boyasız taş levhalara verilen isim. Dor Düzenindeki ilk tapınak
örneklerinde çeşitli büyüklükte yapılan
metoplar sonraları tam kare biçimini almışlardır.
MIZRAK
: Sapları genellikle sert ağaçlardan yapılan, elle atılan,
ucunda temren adı verilen konik veya köşeli sivri demir bulunan, ilk çağlardan beri kullanılan bir tür silâh. Çevirip
atmaya mahsus kayışa Yunanlılar ankyle,
Romalılar amentum derlerdi.
MİĞFER
: Savaşlarda başa giyilen çelik zırh. Başa uygun biçimde yapılan miğferlerin ağız düzeyinde
nefes alıp, vermek için kafesli
kapakları, burun çıkıntıları, göz hizası boşlukları, gerektiğinde kullanılmak üzere alın
üzerinden yüze indirilen peçeleri, kulakları örten tel örgü omuzlukları vardır. Genellikle kubbe biçiminde sivri tepelidir.
Bazılarında alın üzerinden tepeye kadar yükselen sorguç denen kısım vardır ki Athena'nın heykellerinde rastlanır. Yunan
miğferleri çok çeşitliydi ve bunlar çoğunlukla yerel geleneklerin eseriydi. En yaygın m^|fer tipi Korinthos'a aitti. Zerafete elverişli olan bu tip, 8.
yy'dan 6. ve 5. yy'a dek biçimini tanınabilir
halde sürdürmüştür. Birçok Yunan miğferlerinin ilk örneği kegel’di. Bu hantal
biçim pek tutulmamış ve M.Ö. 700'den
sonra ortadan kalkmıştır, ama sorgucu daha sonraki biçimleri
etkilemiştir. Bundan türetilen Ilyria tipi
5. yy'a kadar kullanılmıştır.
MİNYAS KERAMİĞİ : Yaklaşık M.Ö. 2000'den 1200 yılına kadar sürekli bir gelişim geçiren Akha
kültürünün en eski ve en
tipik keramiğidir. Bu keramikler çömlekçi çarkında yapılmış olup düzenli ve keskin profilli
biçimler göstermekte; iyi temizlenmiş,
fırında pişirildikten sonra külrengi, siyah ve açık kahverengi yada kırmızı olan sert bir
kilden yapılmış bulunmaktadır.
Perdahlanmak suretiyle madenî bir parlaklık kazanan dış yüzeylerin bazı çizgilerden meydana gelen
geometrik motiflerle
süslendiği de görülmektedir. Bu keramik yalnız Yunanistan'da değil Girit hariç
tüm Ege bölgesinde, Batı ve
Orta Anadolu'da, Orta Asya'da da görülebildiğinden menşeinin Orta Asya olduğu düşünülebilir.
MONOLİT : Yekpare taştan meydana gelen, genellikle büyük boyutlu, bağımsız kitle.
MOZAİK Döşeme ve duvar kaplaması olarak
uygulanan bezeme ve bu şekilde oluşan bezemeli yüzey. İlk mozaik örneklerine Mezopotamya'da Uruk kazılarında
ortaya çıkarılan ve M.Ö. 2600'e ait bazı
kalıntılarda rastlanmıştır. Mezopotamya'da taban kesimi renkli sivri konilerin
duvara çakılmasına dayanan bir mozaik
tekniği geliştirilmişti. Antik Roma'da ise küp biçimli, çeşitli renklerde taşların, pişmiş toprak parçaların yada camların yan yana getirilerek özel bir
harçla yapıştırılmasıyla oluşturulan mozaik uygulanmıştır. Mozaik tekniği
Roma ve Bizans mimarilerinde en üstün aşamasına ulaşmıştır. Mozaikler tasvir şeklinde veya geometrik düzende uygulanmışlardır.
MULÂJ
: 1. Bir nesnenin alçı, balmumu gibi bir madde ile kalıbını çıkarma işi. 2. Bu kalıbın
kendisi. 3. Ergimiş haldeki bir madeni kalıba dökme işi: Bir heykelin mulâjı.
MURÇ : Taş işçiliğinde kullanılan sivri uçlu
oyma kalemi.
MUSALAR Esin perileri. Yunanca mousa: Akıl,
düşünce, yaratıcılık
gücü kavramlarını içeren "men" kökünden gelmedir. Latince muşa.
Musaların kendilerine özgü efsaneleri yoktur, tanrıların
bütün şenliklerinde şarkı söyler, dans ederler. Adlan da hemen bütün şiirler de geçer. Dokuz esin perisi: Kalliope, destan şiiri yada lirik şiir
Kleio, tarih
Polymnia, pantomim
Euterpe, flüt
Terpsikhore, dans
Erato, korolu şiir
Melpomene, tragedya
Thalia, komedya
Urania, Gök bilimi
N.
NARTHEKS : Bazilika tipi Erken Hıristiyan ve Bizans kiliselerinin ana mekânına açılan giriş bölümü.
NEF : Bazilikalarda
ve kiliselerde apside dik doğrultuda, birbirlerinden
sütun yada ayak dizileriyle ayrılmış uzunlamasına mekânların her biri.
NEKROPOL yada NEKROPOLIS Yunanca nekros: Ölü; polis: Şehir
kelimelerinden gelen, ölüler şehri anlamında sözcük. Antikitede bir kentin dışında yer alan mezarlık alanı.
NİŞ : Tezyini olarak
yada çeşitli amaçlarla duvarda yapılan çoğunun
üstü kemerli hücre, göz ve benzerine verilen genel ad.
NYMPHAEUM
: Yunan
mitolojisinde su, orman, dağ perileri olan nymphalara adanmış, Yunan ve Roma mimarisinde görülen kayaya oyulmuş ev biçimli, sütun
dizileri ve heykellerle bezenmiş,
nişli anıtsal çeşme yapılarına verilen isim. Bu yapılara çok çeşitli yerlerde rastlanır
(sokaklarda, kutsal alanlarda,
agorada). Antik Yunan'da kayalıklı bir terasa yada yamaca dayanan ev biçimli bir çeşme
için kaya yontularak yüzeyi
düzeltilir, suyun çekilebileceği hazneler açılır ve kimi kez koşut sıralanan birkaç derin uzun
sarnıç da su deposu olarak kayanın
içine yerleştirilirdi. Arkaik örneklerde bezemeli yada bezemesiz ev biçimli
çeşmelere rastlanır. Ev biçimli ilk Hellen çeşmelerinde hiç bir zaman birden fazla kat yoktur.
Özellikle M.Ö. 6. yy'ın
vazo resimlerinde ev biçimli çeşmelere rastlanır. Bir sütun dizisinin eklenmesi ilk dönemlerde doğal
bir gelişmeydi. Şehrin
çeşmelerine saygınlık verir ve öteki kamusal yapılarla uyum sağlardı. Sütun dizisi yalnızca bir ön
yüz yada bir gösteriş değildi; suyu koruyup temiz tutma, su almaya gelen kişiye gölge ve barınak
sağlama gibi yararlı amaçları
vardı. Ev biçimli çeşmelerin aslında sütunlu küçük prostyl yada inantis yapılar olduğu kesinlik kazanmıştır. Ev
biçimli Hellen çeşmelerinin kesin sınıflandırılması olanaksızdır. Hiçbir tipe uymazlar ve birçok değişik
örnekleri vardır. Fakat M.Ö.
4. yy'ın ortasında kendine özgü bir tip çok yaygın kullanılmıştır; önünde bir korkuluk
duvarı bulunan dikdörtgen su
hazneleri, arkada da olasılıkla sarnıçları vardır. Bu tip Hellenistik ve Roma
Çağlarında da sürmüştür. Hellen çeşmelerinin bezemeleri olağan mimari
biçimlerin dışında hemen hemen musluklarda odaklanmıştır. En yaygın musluk biçimi aslan başıydı.
Çoğunlukla tanrıların heykelleri de çeşmelerin yanında yer alırdı. Roma İmparatorluk
Çağında çeşme yapıları bezemeli,
katlı, sadelikten uzak gösterişli, geniş ön yüze sahip ve bu yüzdeki nişlerin içinde yer
alan heykellerle süslü yapılardı.
O.
OBSİDİEN :
Lav akıntıları
kenarlarında lavların ani soğuması sonucu oluşan siyah, gri, yeşil ve mor renkli kalın şişe
camını andıran, kesici bir kenar vererek kolay kırılabilen volkanik cam.
İçindeki kristallerin yapısı ve çoğunluğuna göre renkleri değişir. Obsidien Paleolitik,
Neolitik ve Erken Bronz dönemi kültürleri için büyük önem taşımaktadır. O dönemlerde çok geniş bir kullanımı vardı.
Çeşitli aletlerin, ok ve mızrak uçlarının, vazo gibi dekoratif eşyaların
yapımında hammadde
obsidiendi.
ORTHOSTAT : Özellikle Eski Mezapotamya, Asur ve Hitit mimarlıklarında görülen, alışılmışın
üstünde boyutlarda, bezeli
bina cephelerini süsleyen taşlara verilen isim. Yunanca "dik duran'' anlamındadır. Ana kapıların
iki yanında yer alan ve genellikle başı insan,
vücudu kanatlı boğa şeklinde kabartmalarla bezeli, oldukça yüksek taş bloklara
da bu isim verilir. Orthostatlar genellikle
alt duvar sıralarını oluşturan taşlardır.
P.
PALAESTRA
: 1. Antik gymnasiumların güreş ve beden eğitimi yapılan bir bölümü. Burası önemli bir
bölümdü; spora özgü yapılar
iyice ileri bir mimari biçim kazandığında en niteliksel bölüm palaestraydı. Gymnasium ile
palaestranın arasında farklılıklar
belirtilmiştir. Örneğin palaestranın erkek çocuklar, gymnasiumun genç erkekler
için olduğu yada gymnasiumların kamusal,
palaestralarm özel yapılar olduğu söylenmiştir.
Fakat gerçekliği çok sınırlıdır. Büyük şehirlerde bir palaestranın yanısıra iki yada daha çok gymnasium
vardır. Ayrıca bkz. Gymnasium. 2.
Antik Roma hamamlarında bedensel
eğitim etkinliklerine ayrılmış açık alan.
PALMET : Bir sapın iki tarafında simetrik olarak sıralanmış uzunca yapraklardan oluşan
üslûplaştırılmış bitkisel bezeme motifi. En
eski Mezopotamya uygarlıklarından başlayarak tüm çağlarda ve üslûplarda görülür. Palmetler her çeşit malzeme (taş, sırlı
kiremit gibi) ile her tür yüzey üzerine uygulanmışlardır. Bu motif
Yunan sanatında çok görülür. Vazolar üzerinde,
kiremit ağızlarında, friz ve kornişlerin üstünde, mezar stellerinde
kullanılmıştır.
PANATHENAİA AMPHORALARI :Tanrıça Athena onuruna düzenlenen Panathenaia bayramında verilen amphoralar. Belli bir form kazanmışlardır. Aşağı doğru
iyice daralan yaygın bir gövde,
buna göre oldukça ince sayılan bir boyundan oluşurlar. Bunlar devlet zeytinliklerinden
doldurulup kazanan yarışmacılara
verilirdi. Bir yüzde Athena diğer yüzde de hangi yarışma için verildiyse o sahne yer alırdı. Athfcna
bu amphoralarda siyah
figür tekniği ile resmedilmiş, Athena'nın giysisinin dışında kalan kısımları beyaz boyanmıştır. Bu amphoralar üzerindeki Athena tasvirleri
çok çeşitlidir. Bunlar M.Ö. 5. yy'da da devam ederler.
PANDANTİF : Boyna takılan mücevher süs takısı,
gerdanlık. İlk çağlarda
boncuk, kemik pandantifler zamanla altın, gümüş ve değerli taşlardan yapılan
çok süslü pandantiflere dönüşmüştür.
PAPİRÜS :
Mısır'da Nil kıyısında yetişen bir çeşit kamıştır ki bu bitki hem Eski Mısır sanatında
üslûplaştırılıp bezeme motifi olarak kullanılmıştır, hem de yazı malzemesi olarak kullanım görmüştür. İlk kez 4. bin yılda bu
bitkinin gövde katmanlarının
düzgün bir yüzey oluşturacak biçimde üst üste yapıştırılarak preslenmesiyle yapılmıştır.
İcadı daha önceki tüm yazı malzemelerini
geçersiz bırakmış ve M.S. 4. yy'da parşömenin yaygınlaşmasına kadar tüm Akdeniz ülkelerinin temel
yazı malzemesi olmuştur.
PARALOID
: Sertleştirici ve koruyucu olarak kullanılan, şeffaf cam gibi beyaz kristaller halinde
bulunan madde. Lak elde etmek için saf aseton
yada tolien ilâve edilir. Paraloid lakının
kıvamı çok koyu olmamalıdır. Bazı durumlarda, iki üç kez paraloide yatırılması gereken nesnelerde
kıvam gittikçe koyulaştırılmalıdır.
Paraloide daldırılan eserler maşa, cımbız benzeri ile çıkarılıp cam
üzerine konulmalıdır. Bronz eserler için
kullanılan paraloid lakı, sonradan demir eserler için de kullanılabilir. Fakat demir eserler için kullanılan paraloid lakına bronzlar daldırılmaz. Demir
konan lak fazla dayanmaz.
Daldırma usulü paraloid lakı için en
iyi yoldur, fakat doğru olmamakla beraber
fırça ile sürmede bazı durumlarda uygulanır.
Paraloid lakı sürülecek eser iyice
kurutulmalıdır
PEPLOS : Antik Yunan'da yalnız kadınların giydiği, genellikle
yünden yapılan bir giysi. Dikdörtgen kumaş şeklinde olup hiç dikiş yoktur. Kumaş karşılıklı iki
kenarı vücudun bir tarafına gelecek şekilde vücudu sarar ve kumaşın üst kenarları omuzlar üzerinde iğne ile birbirine tutturulur. Peplos genel
olarak kolsuzdur; fakat bazen kumaş omuzda
kol üzerine doğru biraz sarkarak kısa kol şeklinde bir görünüm kazanır.
Kumaşın yan tarafına gelen iki ucu dikişsiz olduğu için genelde yandan
aşağıya doğru zikzak yaparak sarkar. Peplos giyilirken üstte, vücudun
yukarısına gelen tarafta 30-40 cm'lik bir kısmı
dış tarafa, kendi üstüne doğru katlanır ve bu katlanan kısım göğüste gözükür, buna da apoptigma yada
diploidion denir. Kemersiz peplos
genç kız kıyafetidir.
PERDAH
: Her tür (sıvalı,
taş, metal, keramik) pürüzlü yüzeyi düzgünleştirme, parlatma. Keramik kapların dış yüzünde fırınlanmadan önce uygulanır. Antikitede
çok sık uygulanmakla birlikte,
bugün de kullanılmaktadır. Açkı da denir.
PİNAKS :
Üzerlerinde resimler olan, tiyatrolarda bir çeşit dekor olarak kullanılabilen
tahta levhalar.
POLYKROMİ
: Görsel sanatlar ve mimarlıkta çok renklilik. Antik Yunan mimarlığında polykromi
vardır.
PORTİKO
: 1. Antikitede sütunlu caddeyi iki yanından sınırlayarak oluşturan, arkasında dükkânların
yer aldığı üstü örtülü yaya
yolu niteliğinde arkad. 2. Antik yapılarda revak niteliğinde kullanılan, çatısı sütunlarla taşınan hol.
PROPYLON
yada PROPYLAİA : Bir
antik yapı kompleksine, temenosa
girişi sağlayan anıtsal giriş. Arkaik Çağın ilk dönemlerinden beri kutsal alanın girişi
çoğunlukla propylon ile süslenirdi. Yalın bir propylonun duvarın içinde bulunan
asıl giriş yerinin hem içinde hem dışında sütun sıraları
vardı. Atina ve
Eleusis'te olduğu gibi birden fazla kapısı olan girişlere propylaia adı verilir.
PRYTANEİUM
Antik Yunan kentinde
ocağında sürekli ateş yanan,
yabancı ülkelerden gelen elçilerin, seçkin yabancıların, savaşta yada Hellenter arasındaki
oyunlarda kazandıkları başarılarla
halkın övgüsünü toplayan yurttaşların ağırlandıkları yapı. Koloni kuracak kişiler
yanlarına bu ocakta yaktıkları odunları alırlar ve gittikleri deniz aşırı ülkede yeni bir prytaneium kurarlardı. Mimari
özellikleriyle herhangi bir evden pek farklı değildir. Prytaneiumun mimari tipinin öteki
yapılardan farksızlığı, kesin topografik yada yazılı kanıtlar yoksa, yapının tanımlanmasını güçleştirmektedir.
Hippodamos plânlı şehirlerde
prytaneium için agoranın yanında bir yerin seçildiği görülür. Başlıca özelliği
halkın ortak malı olan ocağıydı. Bu ocakta şehrin toplumsal yaşamının simgesi olan ve ocak tanrıçası Hestia'nın kültüne bağlı
ateşin sürekli yanması sağlanırdı. Prytaneiumda yanan ateşi bekleyenlere küret adı verilir. Küretler Girit ana tanrıçası
Rheia'nın, Kybele'nin ve daha sonra da Artemis'in rahipleri olmuşlardır. Bazı
prytaneiumlar yuvarlaktı.
PULVlNÎAS
: Stadiumda uzun
yanlarda yer alan localara verilen isim. Örnek olarak Aizanoi stadiumunun doğu-batı uzun yanlarının tam orta yerlerinde
karşılıklı olarak yer alan iki loca gösterilebilir. Bugün Anadolu'da ayakta olan diğer stadiumlarda bu tür localar yoktur.
R.
RESTİTÜSYON
: Kısmen yada tamamen yok olmuş bir yapının kalıntılarının rölövesine, tamamen yok
olmuşsa kaynaklara dayanılarak yeniden çizilmesi işlemi.
RESTORASYON
: Bir yapının yada
eserin yıkılan, harap olan bölümlerinin
daha fazla tahrip olmasını önlemek için aslına uygun biçimde belirli prensiplerle onarılması.
REVAK : Bir
yapının önünde yer alan, bir uzun kenarıyla yapıya bitişik, diğer uzun kenarı boyunca
sütunların taşıdığı bir kemer dizisiyle dışa açılan, üstü tonoz, kubbe yada
çatıyla örtülü önü açık
mekân.
RÖLÖVE : Bir yapının yerinde yapılan ölçümlerde
plan, kesit ve görünüşü ile ayrıntı çizimlerinin tümü.
RYTON : Boynuz,
hayvan başı yada gövdesi biçimindeki antik kap. Ya içki kabı olarak yada dini
törenlerde adak sıvısını dökmek için kullanılmıştır. Minos Uygarlığında da libasyon için kullanılan vazoya benzer
biçimde rhytonlar görülür.
S.
SEKİ : Zeminde
hafifçe yükseltilmiş, duvara bitişik, genellikle üzerine oturmak veya eşya
koymak için yapılmış genişçe set.
SEMERDAM : Beşik
örtüsünü yada ters kayığı andırır biçimde olan çatı ve lahit kapakları
için kullanılan
sözcük
SİKKE : Sikke, Alman numismatlarından Kurt
Regling'in tarifine
göre, ticaret ve günlük alışverişlerde, ödeme aracı olarak kullanılan, ağırlığı ve içindeki
değerli maden miktarı onu basan devlet tarafından üzerine konan resim ve yazı
ile garanti altına
alınmış küçük madenî bir parçadır. Sikkeden önce tahıl ürünleri, üç ayaklı
kazanlar, aletler, sığır vb. para olarak kullanılmaktaydı. Sikke bu çeşitliliğe
son verip, standart bir şekilden
işlem görmeyi sağlamıştır. Metalin doğal kendi değeri, saptanmış ağırlığı, sikkenin
darbından sorumlu yönetimin
işaret yada arması bir sikkenin oluşması için gereklidir. Bu şekliyle sikke
ancak M.Ö. 7. yy'ın ortalarında (M.Ö. 640-630) meydana çıkmıştır. İlk sikkeler Lydialılar
tarafından icat edilmiştir.
Altın gümüş karışımı (%40 altın, %70 gümüş) bir maden olan, beyaz altın da denilen elektrondan
yapılmışlardır, daha
sonra altın ve gümüş sikkeler de basılmışlardır. Sikke Lydia krallığında icadından sonra
Küçük Asya ve Akdeniz
çevresindeki memleketlere de yayılmıştır. Sikkenin teknik bakımdan üretimi iki yoldan
yapılmaktadır: Döküm ve darp. En eski sikkeler darp (vurma yoluyla), sonraları döküm tekniği (eritilen madenin kalıba
dökülmesi) ile basılmışlardır. Antik sikkeler üç büyük grupta toplanmakta: Grek, Roma ve Bizans sikkeleri. Bunlar özellikleri,
görünümleri ve problemleri
ele alış biçimleri bakımından farklılık gösterirler. Grek sikkeleri üzerindeki
yazı genellikle Grekçe’dir. Fakat üzerlerinde basıldıkları memleketin yerli yazısı bulunan sikkeler de
teknik ve stillerinden dolayı Grek sikkeleri grubu içinde incelenirler. Bu sikkeler darp (vurma)
tekniği ile yapılmışlardır. Üzerlerinde arma niteliğinde betimler vardır.
Üzerlerindeki değer
işaretleri geç dönemlerde görülür. Grek sikkeleri üç devir içinde incelenirler:
1- Arkaik devir (M.Ö. 640-480)
2- Klâsik devir (M.Ö. 480-330)
3- Hellenistik devir (M.Ö. 330-30)
Bu sikkeler M.S. 3. yy'ın sonuna
kadar basılmışlardır. Klâsik devirde sikke basma tekniği problemlerini halletmiş duruma gelmiştir. Sikke kalıplarını
hazırlayan sanatçılar M.Ö. 5. yy'ın son çeyreğinden itibaren kalıpların üzerine isimlerini yazmaya
başlamışlardır. Bu devrin bir yeniliği de Pers satraplarının altın, gümüş ve bakırdan olmak üzere
askerlerin ücretlerini verebilmek
için Küçük Asya'nın çeşitli yerlerinde bastırdıkları sikkeler üzerine kendi portrelerini koydurmaları
ve bazen buna isimlerini
de ilâve etmeleridir. Bunlar Hellenistik Çağ kral sikkelerinin öncüleri olmuşlardır. Sikke basmada
kullanılan altın ve
gümüşe bu devirde bronz da katılmıştır. Demir yalnız Peleponnes şehirlerinin
bazılarında M.Ö. 4. yy'da kullanılmıştır. Elektron ise azalmıştır. Hellenistik Çağın önemli
özelliklerinden biri de kral sikkelerinin ön yüzlerinde kral portrelerinin yer almış olmasıdır.
Romalılar ancak M.Ö. 3. yy'ın başında sikke kullanmaya başlamışlardır. Dökme
tekniği ile yapılan ve
aesgrave (ağır bakır) adı verilen bu sikkelerin birimi astır, imparatorluk çağında sikkelerin ön
yüzlerinde imparatorun
adı ve unvanları ile birlikte portresi de yer almaktadır. Portreler realist ve
ustaca işlenmişlerdir, imparator portrelerinde genellikle defne çelengi bazen de şua tacı vardır. Tanrılaştırılmış imparatorlarda
görülen şua tacı Nero zamanından
başlayarak yaşayan imparatorların başlarında da ve 3. yy sonuna kadar birimin 2
katı olan (2 aureus, 2 as gibi) sikkelerdeki portrelerin başlarında görülür. Büyük Konstantinus zamanından sonra
imparatorların başında inci ve değerli taşlarla süslü taç vardır. Çok seyrek olarak başlar sarmaşık çelenkli ve miğferlidir.
Sikkelerin arka yüz resimleri devletin resmî yaşamı ile ilgili herşeyi, iç ve dış politikayı, dinsel akımları yansıtırlar. Tanrı ve tanrıça
betimleri yanında Her-kül
gibi yarı tanrı ve Dioskur'lar gibi kahramanlar da görülür, imparatorluk
döneminde şehir tanrıçası Roma sikkelerde çok rastlanan bir betimdir. Tanrılaştırılan
imparatorlar yada
imparatoriçeler için basılan sikkelerde kartal (imparator ise), tavus kuşu (imparatoriçe ise),
kuşların sırtında göğe yükselen
imparator ve imparatoriçe betimleri, sunak yada rogus yer alır. Romalılar aequitas
(adalet), fides (güven) gibi kavramları genellikle tanrıça yada tanrı gibi düşünmüşlerdir ve bunlar da sikkelerde betimlenmiştir;
imparatorun özellikleriyle
ilgili olduklarından önem taşırlar. Romalılarda din günlük yaşamın bir parçası
olduğundan, yapılan adaklar ve bayramlarla ilgili tipler de sikkelerde yer
alır. Sikkeler üzerinde görülen
TR.P. (tribunicia potestate) ve COŞ (consul) kısaltmaları sikkeleri
tarihlendirmede önemli öğelerdir. Bu görev ve yetkiler imparatorun tahta çıkışı
ile başladığından, TR.P. kısaltmasının
yanındaki sayılar imparatorun iktidar yıllarını, COŞ kısaltması yanındaki sayı da imparatorun kaçıncı
kez consul payesini
aldığını gösterir. Sikkelerde görülen AVG kısaltması da M.Ö. 27'de Oktavianus'a senato tarafından
verilen şeref unvanı Augustus'u belirtir, sonraki imparatorlar tarafından da
hükümdarlık ifadesi olarak kullanılmıştır. İki yada üç imparator olduğu dönemlerde AVGG ya da AVGGG
şeklini almıştır.
Diokletianus ile başlayan mutlak hükümdarlık döneminde de, DN (dominus noster: hükümdarımız, efendimiz)
kısaltması da D ve N harflerinin birden fazla gösterilmesiyle baştaki
imparatorların sayısı belirtilirdi. Augustus1 dan başlayarak bazı imparatorların
kullandıkları pontifex maximus
(baş rahip) unvanı da sikkelerde PM şeklinde görülür. İmparator Gratianus bu unvanı
kaldırmıştır. PP (pater patriae: vatanın babası), PF (pius felix: dindar,
adaletli ve mutlu) gibi
unvanlar da sikkelerde yer alır. Roma sikkelerinde değer işaretleri de başlangıçtan beri
görülür. Sikkelere genelde yüzeyden temizleme uygulanır. Bronz sikkeler için genellikle saf su kullanılır. Saf suda bir süre
bekletilen sikke çıkarılıp, diş fırçası vb. ile fırçalanır, yeterli olmazsa saf su + calgon karışımına bırakılır ve kontrolde
tutulur. Daha sonra diş fırçası vb. ile temizlenip, saf su ile çalkalanır. Saf su + calgon karışımının yeterli temizleme sağlamadığı
hallerde sikke saf su + sodyum
hidroksit karışımına bırakılır. Fakat soyma metodu denilen bu uygulama iyi sikkeler için
kullanılmaz. Gümüş sikkelerin
de sağlam olanları kontrollü olarak amonyağa konur. Ayarı düşük olan sikkeler
için amonyak kullanılmaz. Bakırı ortaya çıkar. Bunlara yüzeyden temizleme yapılır. Gümüş sikkeler için tiore yada formik asit
(amonyaktan daha sert) de
kullanılır. Bronz ve gümüş sikkeler temizleme işleminden sonra paraloid lakına bırakılıp hava
kabarcığı bitene kadar bu lak içinde tutulur. Cımbız vb. ile çıkarılıp cam üzerine konur. Sikkeler arkeolojinin küçük sanat
eserleri denilen kolunu meydana getirirler. Arkeoloji için çok önemli kaynaktırlar.
SİYAH
FİGÜR TEKNİĞİ : Antik
Yunan vazoları üzerinde uygulanan
boyama tekniklerindendir. M.Ö. 6. yy'da egemen olmuş M.Ö. 5. yy'in ortalarına kadar
sürmüştür. Siyah figür tekniğinde
resim açık kırmızı kil yüzey üstüne siyah gölge olarak yapılmıştır. Bu teknikte kazıma
çizgiler kullanılmıştır. Bu çizgiler sert görünüm verir. Siyah figür tekniğinde beyaz ve koyu kırmızı tamamlayıcı renk olarak
kullanılmıştır.
SKENE : Antik tiyatronun sahne yapısına verilen ad. Skene başlangıçta yalın ve yardımcı bir öğeydi,
M.Ö. 5. yy'ın sonuna kadar
da her zaman yapılmadı. Önceleri oyuncuların önünde oynadıkları bir bez
paravandan oluşurdu. Klâsik Çağda bir yapıya dönüşmüştür. Skene orkestrayı sınırlar. Önceleri skenenin
orkestra ile aynı düzeyde olduğu görülürse de zamanla yükseltilmiş ve bir sütunlu geçitle de
donatılmıştır.
SPİNA : Circuslarda ve hipodromlarda meydanı
boydan boya uzunluğuna
olarak ortasından iki kısma ayıran ve koşu arabalarının geçebilmesi için uç
tarafları açık bırakılan, bir iki insan boyu yükseklikte enlice bölme duvarıdır.
STADİUM : Spor karşılaşmaları ve yarışmalarının yapıldığı alan ile bu alanı çevreleyen seyirci oturma
yerlerinden meydana gelen
yapı. Yunanlılar bu kelimeden üç anlam
çıkarırlardı. 1-Uzunluk ölçüsü ki, 600 ayağı karşılar, Roma milinin de 1/8'ine eşittir; 2- yarışma yeri; 3- yarış
koşusu. Stadium tipleri çeşitli yerlerde farklı inşa şekilleri gösterirler.
Tepe yamacına kurulabildiği
gibi (Efes stadiumu); düz yere inşa edilmiş olanlar da (Perge, Aizanoi stadiumları)
vardır. Düz yere inşa daha çok Roma usulüdür. İonialı mimarlar stadiumu Hippodamos plânının etkin bir birimine
dönüştürmüşlerdir. Bunun örnekleri Milet ve Priene'de görülür. Klâsik stadium
plânı bir ucu yuvarlak
U şekillidir. Bazen de dikdörtgen şeklinde olup uçları köşelidir. Yön olarak belli bir kural
olmamakla birlikte batı-doğu
konumu tercih edilirdi. Bir antik stadiumun genelde kapsadığı kısımlar: l- Koşu sahası,
ideal ölçü 600x100 ayak olmakla
beraber çeşitli yerlerde farklılıklar görülür. 2- Seyirci yerleri, ilk defa
stadiumlarda oturma yerleri yapılması M.Ö. 3. yy'a rastlamaktadır. Malzeme
olarak ağaç, taş ve çok seyrek olarak da mermer kullanılmıştır. Hellenistik ve Roma Çağı stadiumlarında taştan ve tonozlar
üzerine inşa görülmektedir.
Bunlarda tiyatrodaki düzen uygulanmıştır. Merdivenlerin ayırdığı bölümlere keile adı
verilmiştir. 3- Giriş veya girişler, Roma Devri öncesinde sanat biçiminden çok teknik biçime önem verilmiştir. Kubbeli giriş
ilkin imparator Hadrian zamanında
olmuştur. 4- Sphendone, (ayrıca bkz. Sphendo-ne). Stadiumlardaki faaliyetler Roma
Çağından önce atletizme
dayanıyordu. Koşu, uzun atlama, disk atma, cirit atma stadiumlarda yapılıyordu. Romalılar
döneminde stadiumlar-daki
faaliyetlere gladyatör gösterileri (munera) ve vahşi hayvan mücadeleleri
(venationes) de katılmıştır.
STEL : Dikilmiş, yekpare bir taştan ibaret yapıtlara verilen
ad. Biçim olarak dikdörtgen ince bir taş levha, kesik sütun, silin-dirik bir sütun gibi biçimlerde
görülürler. Mezopotamya'da steller
genellikle kral buyruklarının yazılı olduğu yada salt bir anıt niteliğinde olan
yapıtlardır. Antik Yunan mezar taşlarına da bu isim verilir yada mezar steli denir. Bu Yunan stelleri tarih, monografi ve adet
bakımından önemli vesikalardır.
Bunların üzerindeki yazı ve resimler o zamanlara ait silâhlar, kıyafetler, ehli hayvanlar
hakkında bir fikir verir. Bu steffer üzerinde aile hayatına, toplantılara, ziyafetlere rastlamak mümkündür.
STOA :
Gerisindeki duvara paralel bir sütun dizisi bulunan, çatılı, tek yada iki katlı, uzunlamasına
gelişmiş bir plân düzeni gösteren
antik yapı türü. Stoa özellikle agorada halkın dinleneceği, yağmur ve güneşten
korunabileceği bir yerdi. Stoaların agorada siyasî, ticarî ve genel işlevleri vardı. Meclisin yada mahkemenin toplanmasına yarar;
resmî belgeler stoalar-da
saklanırdı, iş adamları da stoaları kullanırdı. Buralara açılan odalar iş yeri, dükkân yada tahıl
ambarı görevi yapardı. Stoalar değişik amaçlarla kullanılırdı, salt agoraya
özgü bir yapı değildi. Özellikle agoraya ulaşan caddelerde, mimari özenlilik
kaygısı güden bütün kutsal alanlarda ve gymnasiumlarda stoalara rastlanırdı. Bazen de tiyatroya bitişik
ve izleyicilere gölge
sağlayan bir stoa da görülürdü. Birçok yerde kutsal alanlarda yapılan stoalarla rahiplerin, resmî
görevlilerin ve tanrıya
yakaranların kalacak yer gereksinimleri karşılanabiliyordu. M.Ö. 5. yy'dan başlayarak stoa birçok
şehrin özellikle de
agoranın dikkat çeken özelliklerinin arasında sayılmıştır. Çoğunlukla stoaların daha büyük genişlik
ve üstünlük kazanması
için içinde de bir sıra sütun yer alırdı. Genellikle de stoanın asıl mimari düzeni Dor ise iç sütunları
ton düzenindeydi. İç
sütunlar arasındaki genişlik çoğunlukla dış sütunların arasındakinin iki katma
eşitti. L biçimli yada geniş açılı stoalar Arkaik Çağda ortaya çıkar. Daha
özenli uygulanan dik açılı stoalar daha sonraya tarihlenir. Birbirleriyle açı teşkil edecek örneklerin
yanında karşılıklı iki yönde yer alan stoalar da mevcuttur. Atina'daki Stoa Poikile (Resimli Stoa) resim bezemeleriyle ünlüdür.
Hellenistik Çağda stoalar
çok beğeniliyordu ve özellikle agoraların donatımında kullanılıyordu. Hellenistik Çağda
Bergama yöresinde yeni yetkin
biçimler bulunmuş ve geliştirilmiştir. Daha önceleri de bilinen fakat az rastlanan iki katlı
galeriler Bergama'da çok tutulmuştur.
STUKO: Alçı yada sönmüş kireç, tebeşir, beyaz mermer tozu, yumurta akı, tutkal ve su
karıştırılarak yapılan bir çeşit sıva. Yüzeye bezeli ve düz olarak uygulanır, genellikle
perdahlanırdı. Antikitede
muntazam olmayan taşlarla yapılan duvarların satıhlarını düzeltmek, fresk yapılacak duvarlarda düzgün
bir zemin hazırlamak
için çok kullanılmıştır. Üzerine fresk yapılacak
sıvalar birkaç kat ve kalınca sürülürdü. Antik Yunan'da koniama denilen bu
çeşit sıva ile evlerin iç ve dış duvarları sıvanırdı.
Yaygın kullanımı antik Roma'da başlamıştır.
Ş.
ŞAPEL 1. Tek mekândan oluşan küçük kilise.
2. Kathedral yada kilisede bir azize adanmış
küçük tapınma mekânı.
ŞİST : Yerkabuğunun şekillenmesi sırasında büyük
basınç kuvvetlerine
maruz kalmış bulunan kil katmanlarından oluşan ve yaprak yaprak ayrılabilen taşların genel adı. Pek çok
şist çeşidi olmakla beraber en önemlisi kuvars ve mikadan oluşan mikaşistlerdir.
T.
TAPINAK İlkel çağlarda tanrının evi olarak
yorumlanıp, içinde tanrı
simgesinin korunmasını amaçlayarak inşa çdilen bir yapı tipi. Megaron
tapınakların öncüsü olmuştur. Kesin bir kural olmamakla birlikte tapınaklar ön
yüzleri doğuya bakarak, çoğunlukla doğudan
batıya yönlendirilirdi. Sunak da genellikle
tapınağın doğusunda yer alırdı. Antik bir tapınakta temel unsur naos (cella)'tur.Sütun yerleşmesine göre tapınak plân tipleri:
Henostyl in antis: Ante
duvarları arasında tek sütun bulunan antik tapınak tipi. Arkaik Dönemde ve çok
seyrek rastlanır.
Distyl in
antis, Templum in antis: Megaron plânında ve ön giriş bölümünün yan duvarlarını sınırlandıran anteler arasında iki sütunun yer aldığı tapınak plân
tipi. Küçük ölçülü tapınaklarda
bu plân uygulanmıştır.
Amphidistyl
in antis: Ön ve arka
cephesinde ante duvarları arasında
iki sütun bulunan tapınak plân tipi.
Prostylos:
Anteler arasında ve tapınağın ön cephesinde sütunlar bulunan tapınak plân tipi.Templumin
antis'ten
farkı ön cephesinde bir
sütun dizisinin bulunmasıdır. Prostylos tipinde anteler biraz kısalmıştır.
Amphiprostylos: Sütun dizisi hem ön hem arka cephede
yer alan tapınak plân
tipi. Bu tipe özellikle Arkaik Dönemde rastlanmamakta, bundan sonra da az
rastlanmaktadır.
Peripteros: Çepeçevre tek sıra sütun dizisine
sahip, Antik Çağ mimarisinde
en çok rastlanan tapınak plân tipi. Sütunla yan duvar arasındaki uzaklık iki
sütun arasındakine eşittir.
Dipteros: Çevresi iki sıra sütun dizisiyle
çevrili tapınak plân tipi.
Dıştaki sütunla yan duvar arasındaki uzaklık iki sütun arasındaki uzaklığın iki
katına eşittir, îonia bölgesindeki ilk tapınaklarda bu plân uygulanmıştır.
Pseudo-peripteros:
Cellayı çevreleyen sütunların
cella duvarı üzerine
yarım sütunlar olarak yerleştirilip peripteros görünümü verilmiş tapınak plân tipi. Bu plân
daha çok Roma Dönemi
tapınaklarında uygulanmıştır.
Pseudo-dipteros: Dipteros planındaki çift sıra sütun
dizisinin içteki
sırasının kaldırılıp, yerinin boş bırakılarak, dipteros görünümü verilen tapınak plân tipi.
Hellenistik Çağda Anadolu'da
rastlanır.
Daire biçimli tapınaklar da vardır.
Bunların bazıları monopteral
biçimde, sütunlarla çevrili fakat cellasızdırlar. Cellası olmayanlarda tapınak çapının üçte biri
ölçülerinde ve önünde basamakları
bulunan yüksek bir platform bulunur. Diğer biçim ise peripteral olarak bilinir. Bu biçimde
stylobat iki basamak
bırakılarak alta inşa edilir. Stylobat içerisinde, genişliğinin beşte biri oranında geri
çekilen cella duvarı yapılarak, ortasında
girişin yapılacağı çift kanatlı kapılar için yer bırakılır. Bu cellanın
çapı, duvarlar ve dış geçit dışında, stylobat üstündeki sütunların yüksekliğine eşit olur. Yuvarlak plânda tapınaklar (tholos) Yunan
ve Roma Döneminde
görülür. Roma dönemindekiler daha küçük ölçüde yapılmışlardır. M.Ö. 7. yy'dan itibaren tapınak mimarisinde tahta ve
kerpiç yapı malzemesi yerini taşa
bırakmıştır. Kesme taş M.Ö. 6. yy'dan
itibaren tapınak inşasında harçsız olarak uygulanıp kullanılır. Tapınak plânında tüm elemanlar belli
oranlarla birbirine bağlıdır. Sütun
çapları ile sütun yükseklikleri arasında belli bir oran vardır. Plânda sütun sayısı da belli bir orana bağlıdır.
Uzun yan sütun sayısı kısa yan sütun sayısının iki katından bir fazla veya bir eksikti. Vitruvius'tan Hermogenes'in
tapınakları sütun alt çapının iki sütun arasındaki açıklığa oranlarına göre
sınıflandırdığı öğreniliyor. Hermogenes bu
esas üzerinden beş çeşit geliştirmiştir: Systylos, eustylos, diastylos, areostylos, pyknostylos gibi.
Tapınaklar cephelerindeki sütun
sayısına göre de isim alırlar. Tetrastylos, pentasylos (nadirdir),
heksastylos, oktastylos, dekastylos, dodekastylos gibi. Tapınak inşasına,
görülmeyen fakat yapının kurulacağı
düzlemi sağlayan stereobat ile başlanır. Tapınağı çevresinden yükseltmek için üç yada daha fazla
sayıda basamaklar, ki krepis adı
verilir, krepidomayı oluştururlar. Sütunların ve cella duvarının
üzerinde durduğu tabanın döşeme yüzeyi stylobat adını alır. Diğer kısımlar
tapınak mimarisinde görülen düzenlerde (Dor,
îon, Korinth) farklılık gösterirler. Mimari
açıdan da tapınaklarda uygulanan bu düzenler arasında birtakım ayrılıklar görülmektedir. Örnek olarak Dor mimarisinde
giriş bölümüne özen gösterilmiyordu. İon mimarisinde
ise dış görünüm için giriş önem verilmesi gereken yer oluyordu. Yine İon Düzeninde pteroma geniştir,
pronaosun derin oluşu da bir İon özelliğidir. Romalılar Yunan tapınaklarına
benzeyen tapınakların yanısıra, tek cephesi revaklı ve büyük bir merdivenle çıkılan bir yüksek kaide (podium) üzerine oturan tapınaklar yapmışlardır. Yunan tapınak
mimarisinde iç mekâna önem verilmez. Roma tapınak mimarisinde ise iç
mekân önemlidir. Yunan tapınağında iç mekân karanlıktı. Naos'a yalnız rahipler girerdi. Yunan tapınaklarında genel
olarak yatay hatlar kırmızıya, dikey unsurlar ise (triglif gibi) maviye boyanırdı. Guttae altın yaldız
olurdu. Simada çok renkli bir görünüm
mevcuttu.
TEPİDARİUM : Antik Roma hamamlarında ılık bölüm.
TERRAKOTTA : İtalyanca terra : Toprak, cotta: Pişmiş kelimelerinden. Kırmızı çömlekçi çamurundan
yapılarak fırında pişirilmiş
nesnelerin genel adı.
TETRAPYLON
: Dört ayakla
taşınan, dört cephesinde birer kemer bulunan Antik Roma zafer takı tipi. Yunanca olan bu sözcüğün Lâtincesi
quadrifrons'tur.
U.
URNA : 1. Antik
Roma'da taş, pişmiş toprak yada tunçtan çeşitli
boyda yapılmış, kavanoz gibi yada vazoya benzer, kapaklı yada kapaksız kap.
Bunlara su ve içki konulduğu gibi seçimlerde oy toplamak ve ölülerin
küllerini muhafaza etmek için de
kullanılırdı. Ölülerin küllerinin içine konduğu urnalar üzerinde genellikle palmet, gül, yaprak gibi tezyinî
şekillerle çevrilmiş bir yazıt yeri bulunur ve buraya ölünün adı
yazılırdı. Urnaların bezemeli olanlarının
yanında bezemesiz olanları da vardı.
2. Romalıların 13,20 litrelik bir sıvı ölçüsüne verdikleri isim.
Y.
YUNAN SANATI : M.Ö. 8. yy'ın sonlarındaki
gelişmelerle başlayan
sanat. Aşağıdaki gelişimi
gösterir:
Geometrik
Dönem (M.Ö. 1050-700) Protogeometrik Dönem (M.Ö. 1050-900) İlk Geometrik Dönem (M.Ö. 900-800)
Olgun Geometrik Dönem (M.Ö. 800-740) Son Geometrik Dönem (M.Ö. 740-700) Orientalizan Devir (M.Ö. 720-650)
Arkaik Dönem (M.Ö. 650-480) İlk Arkaik Dönem (M.Ö. 650-580/570) Olgun Arkaik Dönem (M.Ö. 580/570-540/530) Son Arkaik
Dönem (M.Ö. 540/530-480) Klâsik
Dönem (M.Ö. 480-330) Sert
Üslûp (M.Ö. 480-450) İlk Klâsik.
I. Klâsik Dönem (M.Ö. 450-390) Olgun ve Zengin Klâsik
II.
Klâsik Dönem (M.Ö. 390-330) Geç
Klâsik
Yunan
sanatının önemli ürünleri olarak vazo resimleri gösterilir; kırmızı ve siyah
figür tekniği uygulanmıştır. Yunan keramikleri içinde İonia keramiği, gerek
renk, gerekse hikayeci üslûbunun canlılığıyla özellikle belirlenir. Heykel de
Yunan sanatında önemli bir yer tutar.
İnsan vücudunu kendisine esas konu
olarak alan Yunan heykeli
önceleri tapınaklara konmak üzere hazırlanıyordu. Zamanla heykel bir kült eşyası olma
niteliğini aşan bir önem kazanmıştır. Klasik Yunan heykeli M.Ö. 5. yy'ın başlarında belirmiştir. Yunan mimarîsi bağımsız
şehirlerin (polis) sınırları içinde gelişmiş bir toplum yaşantısının ifadesi olarak daha çok toplumsal fonksiyonlu yapılar
mimarisidir. Tapınaklar, agoralar, tiyatrolar, şehir meclisleri, stadiumlar halkın tümüne hitap eden yapılardır. Bu yapıların
bazıları klâsik Yunan devrinden
sonra, Helenistik ve Roma çağlarında gelişimlerini tamamlamışlardır. Yunan mimarisi
geometri, ölçü, oran üzerine
kurulmuş, mükemmelliğini aynı biçimleri yüzyıllarca tekrar etmekle bulmuş bir sanattır ve bu
mimarî biçimlenmenin esasını
sütun düzenleri teşkil eder. Yunan mimarlığının temelini tapınak mimarisi oluşturur.
Yunan mimarisinde kesme taş ancak M.Ö. 6. yy'ın başlarında ana yapı malzemesi olarak ve harçsız
uygulanarak kullanılmaya başlanır.
Z.
ZAFER TAKI : Eski
Roma'da savaş kazanan komutanlar
ve imparatorlar için
inşa edilen yada önemli olayların hatırası için kentin girişine ve ana caddeye
anıtsal bir görünüm vermek üzere
yapılan genellikle sütunlu caddenin başında veya bu caddenin kıvrım yaptığı noktalarda
konumlandırılan bir tür yapı.
En basit biçimiyle bir zafer takı iki masif ayak ve aralarında bir kemerden
oluşur. Bazıları iki veya üç kemerli olurlar. Üç gözlü olanlarda ortadaki kapı
diğerlerinden daha büyüktür.
İlk zafer takıları basitti, sonraları tezyinat
ilâvesiyle daha
süslü yapıldılar. Kemer gözlerinin köşelerine
sütunlar ve gömme ayaklar
konuldu, konsollar ilâve oldu ve takı baştanbaşa dolaşan bir korniş yapıldı,
üzerine kısa bir attika ilâve edilerek takın üstüne de quadriga heykeli konuldu. Cepheler de kabartma bezemelerle
süslendi. Bu takıların altından geçerken ordu birlikleri kötülüklerden arınır ve onurlanırdı.
ZİGGURAT : Eski Mezopotamya'da basamaklı bir piramit biçiminde, üstü
açık, cella bölümü zirvede yer alan gözlemevi işlevi de olan tapınak-kule. İlk zigguratları Sümerler
yapmışlardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder